12 Nisan 2008 Cumartesi

BAŞINI VERMEYEN ŞEHİT




Yarın arifeydi. Öbür günkü bayram için hazırlanan beyaz kurbanlar, küçük Grigal palankasının etrafında otluyorlardı. Karşıda... Yarım mil ötede Toygun Paşa'nın
son kuşatmasındân çılgın kışın hiddeti sayesinde kurtulan Zigetvar Kalesi, sönmüş bir yanardağ gibi, simsiyah duruyordu. Hava bozuktu. Ufku, küflü demir renginde,
ağır bulut yığınları eziyor, sürü sürü geçen kargalar tam hisarın üstünden uçarken sanki gizli bir kara haber götürüyorlarmış gibi, acı acı bağırıyorlardı. Palanka kapı-
sının sağındaki beden siperinde sahipsiz bir gölge kadar sakin duran Kuru Kadı yavaşça kımıldadı; ikindiden beri rutubetli rüzgârın altında düşünüyor, uzakta, belirsiz sisler içinde süzülen kurşuni kulelere bakıyordu. Bunların hepsi Türklerin elindeydi. Yalnız şu Zigetvar... yıkılmaz bir ölüm seddi halinde "Kızılelma" yolunu kapatıyordu. Sanki bu uğursuz kargalar hep onun mazgallarından taşıyor, anlaşılmaz bir lisanın çirkin küfürlerine benzeyen sesleriyle her tarafı gürültüye boğuyorlardı.
Kuru Kadı içini çekti. Sonra "Ah..." dedi. İncecik, sinirli boynunun üstünde bir taş topuz gibi duran çıkık alınIı iri kafasını salladı. Yeşil sarığını arkaya itti. Islak gözlerini oğuşturdu. Şimdiye kadar, asker olmadığı halde, her muharebeye girmişti. Birkaç bin yeniçeriyle dört beş topu olsa... bir gece içinde şu kaleyi alıvermek işten bile değildi. Şimdi vakıa müstakildi. Ne isterse yapabilirdi.Palankanın kumandanı Ahmet Bey öteki boy beyleriyle beraber Toygun Paşa ordusuna katılıp Kapuşvar fethine gitmiş... Kapuşvardan sonra Zigetvarı saran ordu kışın aman vermez zoruyla, zaptı yarı bırakarak Budin'e dönünce, o da askerleriyle tekrar palankasına gelmemiş,
Toygun Paşa'nın yanında kalmıştı. Bugün Grigal'den altı mil uzaktaydı. Palankaya yalnız Kuru Kadı karışıyordu; esmer, zayıf yüzünü buruşturdu: "Palanka... amma
topu tüfeği kaç kişi?" dedi. Bütün genç savaşçıları Ahmet Bey beraberinde götürmüştü.. Hisardakiler zayıflardan,bekçilerden, hastalardan, ihtiyar sipahilerden ibaretti.Hepsi yüz on üç kişiydi! Düşman, galiba öteki palankalardan çekiniyordu: Yoksa burasını bırakmaz, mutlaka almağa kalkardı. Biraz eğildi. İnce yosunlu, soğuk sipere dirseklerini dayadı. Aşağıya baktı. İki üç asker beyaz koyunların arasında dolaşıyordu. Bir tanesi karşısına geçtiği iri bir koçu, başına dokunarak kızdırıyordu, tos vuruyordu. Öbürleri, elleri silahlarında, bu oyunu seyrediyorlardı. Bağırdı:
- Oynamayın şu hayvanla...
Askerler, başlarını tepelerden gelen sese doğru kaldırdılar. Kuru Kadı'dan hepsi çekinirlerdi. Gayet sert,gayet titiz, gayet sinirli bir adamdı. Adeta deli gibi bir
şeydi. Sabahtan akşama kadar namaz kılar, zikreder,geceleri hiç uyumazdı. Daha yatıp uyuduğunu kalede gören yoktu. Vali Ahmet Bey ona "bizim yarasa" derdi.
Zavallının sabahı bekleme denilen hastalığını kerametine de yoranlar vardı. Tekrar bağırdı: .
- Haydi, artık akşam oluyor, içeri alın onları.Askerler koyunları toplamağa başladılar. Kuru Kadı'nın dirsekleri acıdı. Doğruldu. Tekrar Zigetvar'a bak-
tı. Üst tarafındaki göl, kirli bakır bir levha gibi yeri kaplıyordu. Kargalar, havaya boşaltılmış bir çuval canlı kömür ellemeleri gibi karmakarışık geçiyorlar, sükûtu parçalayan keskin, sivri sesleriyle gaklıyorlardı.Kalbinde ağır bir elem duydu. "Hayırdır inşallah" dedi.Canı o kadar sıkılıyordu ki... Elleri arkasında, başı
önüne eğik, bastığı siyah kaplama taşlarına görmez bir dikkatle bakarak yavaş yavaş yürüdü. Derin bir karanlık kuyusunu andıran merdivenin dar basamaklarında kayboldu.
... Arife sabahı, herkes uyurken, o, her vakit ki gibi yine uyanıktı! Mescit odasının önündeki taş yalakta, iki büklüm, abdestini tazeliyordu. Giden gece, daha gölge-
den eteklerini toplayamamıştı. Bahçeye çıkan kapı kemerinde asılı kandil, sönük ışığıyla, duvarları titretiyordu.
- Hey, çavuşbaşı... Hey!...
Elindeki ibriği bıraktı. Kulak kabarttı. Bu, kuledeki nöbetçinin sesiydi. Kolları sıvalı, ayakları çıplak, başında takke, hemen yukarı koştu. Merdivende çavuşa
rastgeldi. Onu itti. Yürüdü. Nöbetçinin yanına atıldı:
- Ne var?
- Kaleden düşman çıkıyor.
Erguvani bir esmerlik içinde siyah bir kaya gibi duran Zigetvara baktı. Bu kayadan yine koyu, uzun bir karartı süzülüyor, palankaya doğru akıyordu.
- Bize geliyorlar... dedi:
Çavuşa döndü:
- Haydi, gazileri uyandır. Kurban bayramını bugünden yapacağız. Koş. Bana da çabuk topçuyu gönder.Çavuş, bir eliyle bakır tolgasını tutarak, koştu.
Merdivene daldı. Kuru Kadı, uzakta, kara yerin üstünde daha kara bir leke gibi yavaş yavaş ilerleyen düşman alayına dikkatle baktı. Gözlerini küçülttü, büyült-
tü. Önlerinde birkaç top da sürüklüyorlardı. Binden fazla idiler. Halbuki hisardaki gaziler? Kendisiyle beraber yüz on dört kişi... "Ama, yine haklarından geliriz!"
dedi. Uyanan, yukarı koşuyordu. Hisar kapısının iyice bağlanmasını emretti. Sarığını, cübbesini, kılıcını, tüfeğini getirtti. İhtiyar topçu gelince, ona da, hemen "haber topları"nı atmasını söyledi. Bu bir adetti. Taarruza uğrayan bir palanka hemen "İşaret topu" atarak etrafındaki kuleleri imdadına çağırırdı.
Biraz sonra düşman hisarın önünde, harp düzeninegirmiş bulunuyordu. Zaplar başsız, gür ejderha yavruları gibi siyah ağızlarını bedenlere çevirmişti. Türkçe
bağırdılar:
- Size teklifimiz var. Elçimizi içeri alır mısınız?
Kuru Kadı:
- Alırız. Gönderin, gelsin! cevabını verdi.Bedenler, kalkanlı, tüfekli, oklu gazilerle dolmuştu.Palankanın ruhu, neşesi, keyfi olan iki arkadaş, bu esnada tuhaf tuhaf laflar söyleyip yine herkesi güldürüyordu. Bunların ikisine de "deli" derlerdi: Deli Mehmet,Deli Hüsrev... Serhatın muharebelerinde, hayale sığmayacak yararlılıklarıyla masal kahramanları gibi inanılmaz bir şöhret kazanan bu iki deli, hiçbir nizama
hiçbir kayda, hiçbir disipline girmeyen, dünya şerefinde gözleri olmayan Anadolu dervişlerindendi. Her zaferden sonra kumandanlar onlara rütbe, hil'at, murassa kılıç gibi şeyler vermeye kalkınca gülerler: "İstemeyiz, fani vücuda kefen gerektir. Hil'at nadanları sevindirir..." derler, hak uğrundaki gayretlerine ücret, mükafat, övgü kabul etmezlerdi. Harp onların bayramıydı.
Tüfekler, oklar, atılmağa; toplar gürlemeğe; kılıçlar,kalkanlar şakırdamağa başladı mı, hemen coşarlar,
kendilerinden geçerler; naralar savunarak düşman saflarına saldırırlar... alevi gözlerle takip edilemeyen birer canlı yıldırım olup tutuşurlardı.
Kuru Kadı, onların herkesi güldüren münakaşalarını, saçma sapan sözlerini gülümseyerek dinlerken, elçiyi yanına getirdi, iki deli de sustu. Herkes kulak ke-
sildi. Bu elçi Türkçe biliyordu. Küstahça tekliflerinisöyledi.
Palankayı saran Zigetvar kumandanı Kıraçin'di.
Yanında iki bine yakın savaşçısı vardı. Grijgal'in "Vire
ile verilmesini istiyordu. Ateşe, nura, haça, İncil"e, Zebur'a yemin ediyor; çıkıp giderlerken muhafızlara hiç-
bir ziyanı dokunmayacağına dair söz veriyordu.
Kuru Kadı:
- Pekâlâ!... Haydi git. Biz aramızda anlaşalım, kararımızı size öğleden sonra bildiririz! diye elçiyi aşağı
gönderip kapıdan attırdı. Sonra etrafındakilere döndü.
Şöyle bir göz gezdirdi. Sırtının hafıf kamburu içeri çekildi:
- İşittiniz ya, gaziler! dedi, Kıraçin haini bizim yüz
on kişiden ibaret olduğumuzu anlamış... üzerimize iki
bin kişi ile geldi. Teklif ettiği "Vire"yi kabul etmek isteyenler vârsa ellerini kaldırsın!
Kimsenin eli kalkmadı.
- Öyleyse hazır olalım. Haydi...
Bir gürültüdür koptu;
- Hazırız...
- Hepimiz, hepimiz...
- Hepimiz, hepimiz hazırız.
- Kılıçlarımız, kalkanlarımız yağlı.
-(~klanmı~ havlı_
- Yatağanlanmız keskin...
- Bugün nusret bizim.
- Amin, amin...
Kuru Kadı, "Ey alemlerin rabbi" diye ellerini kaldırdı. Bir duaya başlayacaktı. Deli Mehmet yalın kılıç karşısına dikildi. Palabıyık, gök gözlü, geniş beyaz çehresi,
yeni doğmuş bir ay gibi parlıyordu:
- Duayı bırak, efendi dedi, gaza duadan faziletlidir. Gel... Lütfet. Bize şu kapıyı aç. Kalbindeki korkuyu
at. İşte hepimiz hazırız. Şu ayağımıza gelen gaza fırsatını kaçırmayalım.
Kuru Kadı'nın elleri aşağı düştü. Deli Hüsrev de arkadaşının yanına sokulmuştu. Bütün gaziler bu iki delinin arkasına üşüştü. Sanki hepsi bir anda deli oldu-
lar... bir ağızdan.
- Aç bize kapıyı, aç... diye bağırmaya başladılar.Kuru Kadı'nın iri patlak gözleri yaşardı. Yüzü sapsarı oldu. Uzun siyah sakalı kımıldadı. İki deliyi bile
titreten, bütün gazilerin saçlarını ürperten ilahi bir
ağıt ahengi kadar etkili sesiyle haykırdı.
- Meydan erleri! Ey mertler! Padişahımız Süleyman Gazi aşkına şu sözümü dinleyin. Benim muradım
sizi gazadan engellemek değildir. Bugün can, baş feda
olsun... Özellikle yarın kurban bayramı... Fakat bakınız maksadım ne? Bugün cuma... hem de arife. Bugün
hacılarımız Arafat'ta, diğer mü'minler camilerde bizim
gibi gazilerin zaferi için dua etmekteler... Bunda şüphesi olan var mı?
- Hayır.
- Hayır, asla...
- Hayır.
- O halde münasip olan budur ki, biz de namazla-
rımızı eda edelim. Gözlerimizin yaşını dökelim. Dua
edelim. Birbirimizle helallaşalım. Sonra gazaya girişelim. Kalanlarımız gazi, ölenlerimiz şehit olsun! Dünyada iyi nam ile anılalım. Ahirette peygamberimizin âlemi dibinde toplanalım... Ne dersiniz?
- Hay hay!
- Uygun...
- Pekâlâ!
Gazilerin hepsi buna razı oldu. Öğleye kadar durdu-
lar. Abdest aldılar, namaz kıldılar, tekbir çektiler, helallaştılar. Kıraçin'in askeri, sardıkları palankadan yükselen derin uğultuyu hep teklif ettikleri "Vire" münakaşasının gürültüsü sanıyorlardı.
Ansızın, uzaktaki Türk kulelerinden atılan "işaret
topları" işitildi. Bu, "Biz, dörtnala geliyoruz" demekti.
Kuru Kadı eliyle hisarın kapısını açtı. Grijal gazileri
"Allah, Allah" naralarıyla müthiş bir taşkın deniz gibi
fışkırdılar. İki koldan hücum olunuyordu. Kollardan birisine Deli Hüsrev, birisine Deli Mehmet baş olmuştu.
Ovada, Grijgal'e gelen yollardan bir toz dumanıdır
kalkıyordu. Nice bin atlı imdada koşuyor sanılırdı. Düşman, bu hali görünce şaşırdı. İki ateş arasında kaldığı-
nı anladı. Halbuki toz duman içinde yaklaşan ancak
beş on gaziydi.
... Bozgun başladı.
Deli Mehmet'le Deli Hüsrevin takımları düşmanı
kaçırmamak için iyice sarıyordu. Kara Kadı cübbesini
atmış. Elindeki kılıç, cesaretlendirdiği gazileri arkasından yürüyordu. Deli Hüsrev, bir sarhoş gibi Kıraçin'inalayına dalmış kesiyor, kesiyor... inanılmaz bir çabuklukla kaçanlara yetişiyor, ikiye biçiyordu.
Kuru Kadı'nın gözleri Deli Mehmet'i aradı.
Bakındı, bakındı.
Göremedi.
Acaba o muydu? Yüreği ağzına geldi. Düşman safına karışıp kaynaşan kolun arkasında iri bir vücut yereuzanmıştı... Elli altmış adım kadar kendisinden uzaktı... Siyah, yüksek atlı bir şövalye, uzun bir kargıyı bu
uzanmış vücuda saplıyordu. Durmadı. İlerledi. Koşarken ayağı bir taşa takıldı. Yuvarlanıyordu. Kılıcı ile fırladı. Hemen toplandı. Kalktı. Düşen kılıcını aldı. Doğ-
ruldu. Koşacağı tarafa baktı. Şövalye atından inmiş,kargıladığı şehidin başını teninden ayırmıştı. Bu anda,bu kestiği baş elinde, yine siyah bir şeytan gibi şahlanan atma sıçradı. Kaçacaktı... Kuru Kadı, bütün kuvvetiyle ona yetişmek için koşarken, baktı ki sol ilerisinde Deli Hüsrev kalkanını sallayarak, avazı çıktığı kadar bağınyor,
- Mehmet, Mehmet!... Canını verdin!... Bâşını
verme Mehmet!...
Bu nara o kadar müthiş, o kadar tesirli, o kadar yanıktı ki... Kuru Kadı: "Vah Deli Mehmet'miş!" diye olduğu yerde dikildi kaldı. Durur durmaz, o an, kırk adım
kadar yaklaştığı kesik başlı şehidin yerden fırladığını
gördü. Nefesi tutuldu. Şaşırdı. Bu başsız vücut uçar gibi koşuyordu. Kendi kellesini götüren zırhlı şövalyeye
yetişti. Eliyle öyle bir vuruş vurdu ki... Lanetli hemen
yüksek atından tepesi üstü yuvarlandı. Götürmek istediği baş elinden yere düştü. Deli Mehmet'in başsız vü-
cudu canlıymış gibi eğildi. Yerden kendi kesik başını aldı. Hemen oracığa yorgun bir kahraman gibi, uzanıverdi. Bunu Kuru Kadı'dan başka kimse görmemişti. Herkes kaçan düşmanı kovalıyordu. Yalnız Deli Hüsrev,
- Yüzün ak olsun, ey yiğit! diye bağırdı. Sonra Kuru Kadı'ya doğru koşarak sordu.
- Nasıl, gördün mü bu civanı?
- Görmedin mi?
Kuru kadı sesini çıkaramadı. Gördüğü harika onu
dondurmuştu. Olduğu yerde öyle dimdik kaldı. Sanki
ölmüştü. Deli Hüsrev, onu hızla sarstı.
- Ne durursun be can! Ne olsun, haydi gazaya.
Düşman kaçıyor... Deli Hüsrev'in kalkması Kuru Kadı'yı baştan can verdi, "Allah Allah" diyerek ileri atıldı.
Mücahitlere karıştı.
Cenk akşama kadar sürdü.
Er meydanının kanlı yüzüne "gece siyah saçlarını"
dağıtırken çağırıcının
- Gaziler hisara!
Sesi duyuldu. Dönen gaziler içinde kılıcından kan-
lar damlayan Kuru Kadı, birkaç sipahi ile dışarıda kaldı. Yaralıları taşıttı. Şehit olanları saydırdı. Bunlar tam ondokuz kahramandı.:. Düşman altmış dört ceset bırakmış, diğer ölülerinin hepsini kaçırmıştı. Kuru Kadı sabahtan beri yemek yememiş, su içmemiş, durup dinlenmemişti... Toplattığı şehitleri hisarın önündeki mey-
dana yığdırdı. Şehit Deli Mehmet'in cesedini kendi buldu. Kesik başı koltuğunda, uyur gibi, sakin yatıyordu.
Olduğu yerde gömdürdü. Sonra yanındakileri. savdı. Butaze mezarın başına çöktü. Ezberden "Yasin" okumağabaşladı. Dışarılarda kimse yoktu, yalnız uzakta palanka kapısındaki nöbetçi dolaşıyordu. Kuru Kadı okurken, önündeki mezarın birden yeşil yeşil nurlarla tutuştuğunu gördü. Sesi kısıldı. Dudaklarını oynatamadı.Çeneleri kitlendi. Bu yeşil nurun içinde Deli Mehmet'in kanlı boynuna sarılmış beyaz kanatlı bir melaike, hem onu nurdan elleriyle okşuyor, hem açık alnını öpüyordu. Bu sıcak, bu yeşil nur büyüdü, taştı, bütün âlem bu nurun içinde kaldı. Kuru Kadı'nın gözleri kamaştı. Ruhu yandı. Kendinden geçti.
Onu, daha ilk defa böyle derin bir uykuya dalmış
gören yoldaşları zorla kaldırdılar. Koltuklarına girdiler:
- Haydi, kapı kapanacak dediler, içeri gir.
Kuru Kadı'nın dili tutulmuştu. Cevap veremedi.
Sarhoş gibi sallana sallana hisara girdi. Hâlâ titriyordu. Palankanın içinde Deli Hüsrev'in menzilinden geçerken durdu. Kulak verdi; ağlıyor mu, inliyor mu di-
ye... Hayır, Deli şıkır şıkır atını kaşağılıyor, keyifli bir türkü söylüyordu. Seslendi:
- Hüsrev.
- Efendim?...
Kapı açıldı. Kaşağı elinde, kolları, paçaları sıvalı,
başı kabak Deli Hüsrev... daha Kuru Kadı bir şey sormadan,
- Gördün mü Deli Mehmet'in zevkini? dedi.
- Siz de benim gibi buradan gördünüz mü?
- "Gözlüye hotti gizli yoktur!"
Küttedek kapıyı, kapadı. Yine türküsüne başladı.
...
Kuru Kadı palankada sabahı dar etti. Güneş doğmadan, Deli Mehmet'in mezarına koştu. Artık bütün günlerini bu mezarın başında geçiriyordu. Bu mezarın
daimi ziyaretçisi oldu. Büyük bir taş yontturdu. Yazdırdı. Başına diktirdi. Beş vakit namazlarını bile cemaatine bu kabrin başında kıldırmak isterdi. Artık ne hacet dilese, ona nail oluyordu.
Grijgal'de, komşu palankalarda Kuru Kadı için "Deli oldu" diyorlardı. Her an "sonsuzluk" badesini içmiş
ezeli. bir sarhoş gibi nihayetsiz bir kendinden geçme,sonsuz sınırsız bir şevk, sükûn bulmaz bir heyecan için-
de yaşıyordu. Fakat nasıl "deniz çanağa sığmaz"sa,onun büyük sırrı da ruhuna sığmadı. Taştı. Huruç günü gördüğü harikayı herkese anlatmağa başladı. Hatta
daha ileri gitti, çok iyi okuduğu "Mevlid-i Şerif" lisanıyla o gün gördüğünü yazdı. Yüzlerce beyitlik bir destan düzdü.
Ama o eski şevki kayboluverdi. Ruhuna koyu bir karanlık doldu. Kalbine acı bir ağırlık çöktü. Artık Deli Mehmet'in yeşil nurdan mezarı içinde sürdüğü ilahi
zevki göremez oldu. Bu mahrumiyet onu delirtti. Yemekten içmekten kesildi. Bir gün, yine perişan kırlarda dolaşırken Deli Hüsreve rast geldi. Meğer o da gezini-
yormuş. Elindeki yayıyla yavaşça Kuru Kadı'nın arkasına dokundu.
- Ahmak, dedi, niye gördüğünü halka söyledin?
Adam gördüğünü kaale geçirirse kazandığı hali kaybeder. Eğer sussaydın, gördüğün keramete ölünceye kadar şahit olacaktın...
Kuru Kadı yere diz çöktü, ağlamaya başladı:
- Çok perişanım diye inledi, lütfet. Gel, beni gaflet
uykusundan uyandır. Benim o görnüş olduğum durum
ne hikmettir? İçinde benimle senden başka onu gören
oldu mu?
- Bir gören daha var. O "can" herkese görünmez.
- Kimdir?
- Bilemezsin...
- Başkaları görmedi de, biz ikimiz niçin gördük?
- a şehitlik müjdesidir!" İkimiz de mutlaka şehit düşeceğiz!...
Kuru Kadı, gittikçe öyle serseri, öyle perişan, öyle
berbat oldu ki... kendisini o kadar seven Vali Ahmet
Bey bile Budin'den gelince, onun hallerine dayanamadı.Nihayet "bu deli bir kişidir. Palankada hizmetinden istifade olunamaz" diye geriye göndermeye mecbur oldu.Aradan epey zaman geçti. Serhadde değil, hatta Grijgal
hisarında bile herkes Kuru Kadı'yı unuttu. Yalnız yazdığı destan okunuyor, hiç unutulmuyordu.
On iki sene sonra...
Zigetvarın zaptı akabinde yaralılar toplanırken, meşhur kahraman Deli Hüsrevin bir gülleyle parçalanmış cesedi yanında, uzun boylu, ak saçlı, ak sakallı,yeşil cübbeli bir şehit buldular. Kıbleye yüzükoyunuzanmış yatan bu şehidin büyük, yeşil sarığı, henüz bozulmamıştı. Üzerinde hiçbir silah yoktu. Yarası nere-
sinden olduğu belli değildi. Günlerce süren kuşatma esnasında hiç kimse böyle bir adam görmemişti. İnceden inceye araştırma yapıldı. Kim olduğu bir türlü anlaşılamadı.
O vakit birçok gazilerin "gayb ordusundan imdada gelmiş bir veli" sandıkları bu şehit, acaba, Grijgal hisarının o eski deli kadısı mıydı?..........
KARDEŞ ALİ
Eski zamanlardan birinde Ali adında bir genç yaşarmış. Doğduğundan beri köyünden dışarı çıkmamış. Duyduğu, gördüğü, bildiği hep köyüne ait şeylermiş. Kendisi başkalarının işine karışmaz, kimse hakkında kötü söz söylemez, babadan kalma tarlayı anasıyla birlikte ekip biçer, karınca kararınca geçinip giderlermiş. Köy arazisinin yarıdan fazlasının sahibi çok zengin iki kişiymiş. Bu iki köy ağası köyde yaşayanların üç gruba ayrılmalarına neden olmuşlar. İlk iki grup bu ağaların tarlalarında çalışan işçilermiş. Köy ağalarından birisi kendi işçilerini diğer ağadan saklar, fakat diğer ağanın işçilerini kendi tarafına çekmek için yoğun çaba sarf edermiş. Durup dururken karşı tarafın bir işçisi hakkında söylenti uydurur, bu söylentinin ağanın kulağına gitmesini sağlar, ağa ile işçisinin arasının açılmasına sebep olurmuş. Ağa taşın karşı taraftan atıldığını, söylentinin asılsız olduğunu bildiği halde karşı taraf taşı öyle bir gediğine koyarmış ki yine de şüphelenmesine engel olamazmış.

Üçüncü grup ise, kendilerine ait tarlaları bulunan, geçimlerini buralardan temin eden bağımsızlarmış. İki ağa bağımsız olanları da kendi taraflarına çekmek için uğraşırlar, bağımsızların kendi aralarında bölünmelerine sebep olurlarmış. Sadece Ali ve anası ile uğraşan olmazmış. Köy halkı Ali’yi iyilik timsali olarak görürmüş. Bu yüzden onu çocukluğundan beri Kardeş Ali diye çağırırlarmış. Kardeş Ali köy halkının birbirini çekiştirmesine, komşuların gürültülerine, kavgalarına istemeyerek kulak misafiri olur, sen haklısın, sen haksızsın diye hiç kimse için fikir ileri sürmez, yorum yapmazmış. Yalnız kaldığı zamanlar düşüncelere dalar, “ Bu kavgalar, bu anlaşmazlıklar neden oluyor? Neden birbirlerini çekemez bu insanlar? Kavgasız yaşamak daha kolay değil mi? Anlaşsalar, anlayışla karşılasalar küçücük hataları. İncir çekirdeğini doldurmayacak şeyler için kalp kırmasalar, gönüllerini hoş tutsalar, üzmeseler başkalarını “ dermiş kendi kendine. Ararmış bu soruların cevabını. İstermiş bu durumu bütün açıklığıyla kendisine anlatabilecek birisi olsun. Belki o zaman üzüntüsü biraz hafifler, iyiliklerle dolu yüreği huzur bulurmuş.

Günün birinde köye bir satıcı gelmiş. Bu satıcı “ İyilik İlacı “ satarmış. Köylülerin çoğunluğu
birer tane iyilik ilacı satın almışlar. Kardeş Ali “ Ben zaten kötü birisi değilim ” diye düşünüp almamış. Aradan üç hafta geçmiş. Kardeş Ali bir sabah evinden çıkıp tarlaya giderken yolda iki köylüye rastlamış. Köylüler, selam verip konuşarak, gülüşerek geçip gitmişler. Kardeş Ali ağzı bir karış açık arkalarından bakakalmış. Kendi kendine: “ Ya bu ne iştir? Bunlar yıllardır birbirlerine yapmadıklarını bırakmamışlardı. Daha geçen hafta köy meydanında yumruk yumruğa kavga etmişler, altı kişi zor ayırmıştık. Kavgayı sona erdireyim derken, enseme bir yumruk yemiştim. Şu hallerini gören bunları yirmi yıllık dost sanacak. Vay be, gel de şaşırma!..” diyerek gülmüş. Daha sonraki günlerde tanık olduğu olaylar şaşkınlığının daha da artmasına sebep olmuş Kardeş Ali’nin. Köyün sahibi olan iki ağanın işçilerini tarlalarda birlikte çalışırken görüyor, bu yakınlaşmanın, köydeki düşmanlıkların yavaş yavaş ortadan silinmesinin anlamını bir türlü anlayamıyormuş. Hele hele köy halkını üç gruba ayıran, birbirlerini günahları kadar sevmeyen iki köy ağasını kol kola girmişler, konuşarak giderken görünce şaşkınlığı doruğa çıkmış. Kimselere de soramamış: “ Siz on gün önceye kadar birbirinizin adını bile anmazdınız. Nasıl oluyor da şimdi beraber çalışıyor, beraber geziyorsunuz diye. Sonra ya derlerse bana, bak Kardeş Ali, biz evvelden düşmanmışız, şimdi dost olmuşuz, bunun sana ne zararı var? Yoksa sen bizim dost olmamızı istemiyor musun? diye. Ben onlara nasıl cevap veririm? “ Bundan dolayı çaresiz kalmış, içi içini yemeye başlamış.

Düşünmeden sorulara cevap bulunmaz derler. Kardeş Ali’de düşüne düşüne sorularını kendisi cevaplamış. Her şeyin sebebinin iyilik ilacı olduğunda karar kılmış. İyilik ilacını sırrını satıcı açıklayabilir demiş. Ertesi gün satıcıyı köy kahvesinde çay içerken görmüş. Yanına oturmuş, şuradan buradan konuşmuşlar. Daha sonra dışarıya çıkmışlar, dolaşmışlar, yorulmuşlar. Dinlenmek için bir ağacın altına oturmuşlar.

Kardeş Ali:

“ Bizim köye kırk gün önce geldiniz. Bu kırk gün içinde çok kişiye iyilik ilacı sattınız. Yılardır köyde süregelen kavgalar, anlaşmazlıklar, taraf tutmalar şu anda sona ermiş bulunuyor. Bu iyilik ilacının sırrı nedir? Nasıl oluyor da bir köy halkını iyiliğe, doğruluğa, güzelliğe doğru peşinden sürüklüyor? “ diye sormuş. Satıcı, Kardeş Ali’nin söylediklerini gülümseyerek, dikkatle dinlemiş, sonra konuşmaya başlamış:

“ İnsanoğlu doğduğu anda bir başkası için kötülük düşünemeyecek kadar saf ve temiz aslında zavallı bir canlıdır. Annesinin geniş ilgi ve özeniyle diğer canlılara göre oldukça zor ve yavaş büyür, gelişir. Melek gibi bir kalbi vardır. Ailesi içinde ve yakın çevresinde ne görüyorsa gördüklerini, ne duyuyorsa duyduklarını aynen tekrarlar. Tekrar ederken de bir şeyler öğrenir. Öğrendikleri doğru veya yanlış olabilir. Doğru iyiyi ve güzeli, yanlış kötüyü ve çirkini oluşturur. Önemli olan, doğru ile yanlışı birbirinden ayırabilmektir. Çocuk büyüdükçe bunun farkına varmaya başlar. Bazı davranışlarının doğru olmadığını bile bile nedenini kendisinin bile anlayamadığı bir umursamazlıkla uygulamaya başlar. İşte bu sıralarda çocuğun kendisini bilerek, hatasını anlayarak vazgeçmesi veya büyükleri tarafından hataları güzellikle anlatılarak vazgeçirilmesi gerekir. Eğer çocuğun büyükleri ve yakınları da hatalar, yanlışlıklar içindeyse, birbirlerine ve başkalarına davranışları sevecen değilse nasihatler on para etmez. Çocuk bana bunu yapma diyorlar ama benim yaptıklarım onlarınkinin yanında hiç kalır der ve bu da kalbine atılan kötülük tohumlarının hızlı bir şekilde çimlenip büyümesine, fidan haline dönüşmesine olanak hazırlar. Yani yıllar geçtikçe kötülük yapma eğilimi hızlanarak artacaktır. Sizin köydeki duruma gelince: Burada bulunan zengin iki köy ağası köylüler arasındaki kavgaların gereğinden fazla artmasına neden olmuşlar. Köyünüze ilk geldiğimde konuştuğum birkaç kişi bu durumun sona ermesini candan istiyorlardı. Hiç kimseye hiçbir şey kazandırmayan kavgadan, gürültüden bıkmışlardı. Bundan dolayı birer tane iyilik ilacı aldılar. Köy ağalarının aralarını bulup barıştırmam iyilik ilacının etkisini fazlalaştırdı. İyilik ilacı, kayısı suyu ve şekerle hazırlanmış bir çeşit şerbettir. İyilik ilacının sırrı içeriğinde değil, insanlara iyiliğin hatırlatılmasında gizlidir. “

Kardeş Ali ne zamandır kafasını kurcalayan soruların cevaplandığını gördükçe çok mutlu olmuş. Satıcı son cümlesini bitirince şöyle bir soru sormuş: “ İnsanlar arasındaki bu kısır çekişmeler bir gün bitecek mi, böyle bir ihtimal var mı? “ Bunun üzerine satıcı: “ Aradan yüzyıllar geçse bile, insanlar, toplumlar, uygarlıklar ne kadar değişse bile yine insan insanlığını gösterecek tartışmalar, anlaşmazlıklar, kavgalar hiçbir zaman sona ermeyecektir “ diyerek sorunun cevabını vermiş. Satıcının bu cevabından sonra derin bir sessizlik olmuş. Aradan birkaç dakika geçtikten sonra Kardeş Ali’nin son bir soru sormaya hazırlandığını fark eden satıcı: “ Dur Kardeş Ali. Şimdi senin bana sormak istediğin soruyu kendi kendime sormama izin ver. Madem olumsuz olacak bu işin sonu bunca çaban niye? İyilik ilacı niye? Benim çabalarım: 1- Zaman içinde gitgide artmakta olan kötü davranışlara ve kötü insanlara karşı iyilik kalesini takviye etmek, iyilik yapanların ve iyi insanların çoğalmasını sağlamak.
2- Köy, kasaba, şehir gibi yerleşim birimlerinde yaşamakta olan insanlara iyilik, güzellik diye bir şeylerin var olduğunu hatırlatıp doğru yolu bulmalarına yardımcı olmak şeklinde özetlenebilir “ dedikten sonra kafasını kaldırmış, etrafına bakınmış: “ Eee.. Kardeş Ali! Farkında mısın bilmem, hava kararmaya başladı. Yavaş yavaş kalkalım istersen “ demiş satıcı ve Kardeş Ali ile birlikte köye doğru yola koyulmuşlar.

Satıcı o akşam Kardeş Ali’lerin evinde misafir kalmış. Yemekten sonra satıcı iyilik ilacı satma görevinin kendinden bir önceki satıcı olan hocası Mahir Bey tarafından bundan on sekiz yıl önce verildiğini, o zamanlar yirmi iki yaşında olduğunu söylemiş. İnsanlara iyilik öğretmekle geçen on iki yıl süresince pek çok gerçekten iyi insana rastladığını, fakat bunları kusursuz bulmadığı için güvenemediğini anlatmış. Satıcı: “ İyilik ilacının sırrını sadece sana anlattım Kardeş Ali, sadece sana inandım, sadece sana güvendim. Benden sonrası için bu görevi sana bırakmak istiyorum “ deyince Kardeş Ali bu teklifi kabul etmiş. Satıcının kendi tecrübelerine dayanarak yazmış olduğu “ İnsanlara İyilik Nasıl Öğretilir “ adlı kitabı ve atlı bir araba alabilmesi için satıcının verdiği parayı almış. Zamanı gelince, köyünden ayrılıp iyilik ilacı satmaya başlayacağına söz vermiş. Satıcı bu köyde on beş gün daha kalmış. Köyde yaşayanlara iyi insan olmanın faziletlerini anlatmış. Yaptığı iyilik aşısının tuttuğuna iyice inandıktan sonra herkesle teker teker vedalaşıp iki atın çektiği arabasına binmiş ve köylüler kendisini davul-zurna çalarak, oyunlar oynayarak yolcu etmişler. Satıcı köyden iyice uzaklaşınca düşüncelere dalmış. “ Hocamdan ayrıldıktan yıllar sonra köyün birine iyilik ilacı satmak için gitmiştim. Köye benden birkaç gün önce gelmiş olan hocamla karşılaşmıştım. Hocam bana, geç kaldın Yakup. O iyilik ilaçlarını kendin iç, demişti gülerek ve beni sevinçle kucaklamıştı. Kim bilir, belki ben de Kardeş Ali ile bir yerlerde karşılaşırım, kim bilir? “

Yazan: Serdar Yıldırım
AL KARA
Bir zamanlar Guzelistan'da Al Kara adlı bir yürek hırsızı yaşardı. Düş ve gerçeğin bir arada durduğu Basra'dan buraya kah dinlenmeye, kah ticaret yapmaya gelen Ciğerpare ve Yekbun adında iki zengin arkadaş vardı. Yekbun çekingen, mert ve doğru sözlüydü. Ne zaman, nerede ortaya çıkacağı pek belli olmazdı. Ciğerpare ise her sakala tarak uyduran, hangi ipte yürürse yürüsün, yere düşmeyen bir cambazdı. Al Kara'nın camına vuran kelebeklere baktıkça zevklenerek “Ahh" diye iç geçirip hayıflanırdı. "Bir gün ben de, Al Kara gibi, şu güzellere kösnül masallar anlatabilsem, eminim hepsinin yüreği bana akardı. Bizim oralarda zinhar böyle güzel kelebekler ortada görünmez!"


Ciğerpare sürmeli kara gözlerini sağa sola devirdiğinde Bin Bir Gece Masalları’nın ünlü kahramanı Simbad'ı andırıyordu. Bazen karası gidip, akı kalıyordu. Ellerini gür bıyıklarına götürüp, onları büktüğünde ise, düş dünyasında nice gezintilere çıkıyordu. Kent ışıklarının gökyüzüne yansıyan, pembemsi morluğunda bir Emir olup halıda uçuyor, bazen ince bir duman olup küpe binerek uzak diyarlarda Dengbejlerle buluşuyordu. Bazen de giz dolu dipsiz mağaralara inerek. bitimsiz sevdalılarla konuşuyor, cennetin anahtarıyla açılan simli kapılardan girip, altın tepside raks edenlerin ışıklı gövdelerinde sabahı sabah ediyordu.


Güzleistanlı Al Kara'nın ise daha farklı bir öyküsü vardı. O loğusa kelebeklerin amansız takipçisiydi. Bir kelebeğin yüreğini çalmayı, aklına koydu mu, ustaca avının yanına yaklaşır, onu bacaklarının arasında sıkı sıkı sakladığı iğnesi ile uyuşturur, "seni çok seviyorum," diyerek düşüncesini sarsardı. Ardından yüreğini söker, nehre götürür, yıkar, afiyetle yerdi. Yüreği çalınan kelebek acı duymaz, aksine olay karşısında büyülenir, Al'ın peşinde pervane olurdu. Al öyle ustaydı ki bu konuda, birisiyle kucaklaşırken, diğerinin ağzına okunmuş hurma tıkıştırırdı. Böylece ağına takılan kelebeğin kendine güveni gelir, gözleri ışıl ışıl parlar çevresinde olup biteni asla fark edemezdi.


Yüreğini yitirmiş kelebekler Al Kara'nın artık hizmetine girmişti. Yiyeceğini taşır, işini görürdü. "Sen çok yaşa Yürek Hırsızı e mi!" diyen!er yanında, yüreğini ona ikram etmek için can atan kabuğundan yeni çıkmış tırtıllar bile vardı. Bazen söz birlik etmişçesine Al'ı ziyarete gider, yüreklerini ona yedirmek için yarışırlardı adeta.


Saydam ve görünmezdi Al Kara. Kelebek koleksiyonu oldukça ünlüydü. İyi bir pazarlamacıydı aynı zamanda. Dişinin kesemediği sert yüreklerle başı derde girdiğinde, bir yolunu bulup bunları it pazarına götürür, pahalı ucuz demeden satardı. Bu kelebeklerin işi bitikti, bellerini bir daha doğrultamaz, anlayamadıkları bir şekilde, kendilerini yeraltı cennetinde bulurlardı. Bunun yanında, gözden çıkardığı kimi uysal kelebeği de, masal dünyasının ünlü prensi Ciğerpare’ye ikram ederek, gönlünü hoş ederdi. O da eline geçirdiği bu garibanların gözünün yaşına bakmadan, ciğerini söküp ateşle közlerdi. Ciğer yemekten göbeği şiş, ağzı kulaklarında, memlekete döndüğünde, yere göğe sığmaz, Güzelistan'daki kelebeklerin minik ciğerlerini nasıl yediğini, ballandıra ballandıra çevresindekilere anlatırdı.


Ciğerpare Güzelistan'a her gidişinde göz alıcı armağanlar da alırdı yanına. Kelebeklerin en çok rağbet ettikleri bulunmaz Basra kumaşından top top satın alıp, arkadaşı Yekbunla hörgüçlü develere yüklerdi. Onun heyecanını görüp, öykülerini dinleyenlerin, iştahı kabarır bir gün uçan halıya binip Güzelistan'a giderek ciğer yeme düşü kurarlardı.


Fındıkkurtları kelebekler kadar uysal sayılmazdı. Al Kara'nın son günlerde işi zordu. Gece gündüz onlara oyun hazırlamak için verdiği çabadan ötürü yorgun ve bitkin düşüyordu. Dişleri de iyi kesmiyor, gözleri de iyi görmüyordu. Yüreğini çalmak için uğraştığı bir Fındıkkurdu ile başı dertteydi şimdi. Onu kimseye kaptırmamak için köşe bucak saklıyordu.


Fındıkkurdu saçına kırmızı kurdele takıp, üstüne al bir yelek giyerdi. Bu göz alıclığıyla yürek hırsızına türlü cilveler yapar, hoş zaman geçirtirdi. Bu usta yürek hırsızı nedense bildiği tüm oyunları, Fındığın yanına gelince unutur, bir türlü onun yüreğine ulaşamazdı.


Güzelistan’da Ciğerpare’nin burnuna nefis kokular geliyordu yine. Dudaklarını yalayarak Al'ın çevresinde dönenip duruyor, ona Basra'dan, Halep'ten getirdiği değerli armağanları vermeyi de ihmal etmiyordu.


Al'ın gözü bu kez hiçbir şey görmüyordu. Fındıkkurdu'na güzel masallar anlatıp, güzel bir sofra hazırlamıştı. Ciğerpare’nin getirdiği Halep tatlısını da masaya koymayı ihmal etmedi. Fındıkkurdu, bu değişik ve oldukça lezzetli tatlıyı, nereden satın aldığını Al Kara'ya sordu. Al beklemediği bu soruya yanıt ararken, uzun süre kekeledi. Ciğerpare'den söz etmekten kaçındı. Eğer Ciğerpare ile Fındık bir kez karşılaşırsa işi iyice zorlaşacaktı. Kekeleyerek sözleri birbirine karıştırdı.



Fındıkkurdu bundan bir şey anlayamadı, üstelemedi de. Fındık, her seferinde, Al'ı oyalayıp, sabahı sabah ediyor ve yüreğini çaldırmadan yanından kaçıyordu, O gece yarısı sıraya giren yüreksiz kelebeklerin pervane olup cama vuruşlarını şaşkınlıkla ve üzüntüyle izlemişti. Al ile birlikte olmak için birbirlerini çiğniyordu güzel kelebekler, her birisinin elinde, acılı, ekşili ve tatlı yemeklerin olduğu birer sefertası vardı. Birbirine sahte gülücükler, alaycı iltifatlar yağdırıyorlardı. Hepsi de buraya niçin geldiğini çok iyi biliyordu. Fındıkkurdu ise bu karabasan Albastı'dan nasıl kurtulacağını düşünüyordu.


Al puslu havaları sever, işine gelmediği yerde saydamlaşırdı. Böylece de yürek çalması kolay olurdu. Her yıl bahar ayının on üçünde kelebeklerine davet verip şölen düzenlerdi. Bu yıl nedense bu geceyi unutmuştu. İçeri giremeyen kelebekler, olanları tahmin etse de, getirdiklerini hava ışımadan camın kenarına yerleştirip oradan usulca ayrıldılar.


Ertesi gün Al Kara, bu güzel ve iyi niyetli kelebeklere, dün gece, acil bir işi olduğunu, bu yüzden eve gelemediğini, bin bir dereden su getirerek, anlatmaya çalıştı. Kelebekler de göz göre göre bu yalana inanmak zorunda kaldı. İçlerinden bazıları, "Üzülme sen Al, sen yaşa bize yeter" diyerek ona sarılıp sarılıp öptüler. Ardından Al Kara'nın unuttuğu geçmiş kelebek şölenini de kutladılar.
Fındıkkurdu'nun ayakları yere basmadı bir süre. Al Kara'nın ona yağdırdığı iltifatlardan sonra, güzel bir kelebek olmuş uçuyordu. Bazı sözleri ağzına pelesenk etmişti Al. Yanındakini unutup aynı şeyleri bir başkasına da tekrarlıyordu. "Sen" diyordu Fındıkkurdu’na, "Onlara söylediğim sözlere bakma! Sen benim gerçek sevdiğimsin. Senden güzeli yok. Şunlara bak! Hepsinin rengi kaçmış, gözleri belermiş, kanatları koparılmış!..."


Fındıkkurdu çok yorgundu. Dinlediği bu tatlı masala dalıp kendinden geçti. O akşam tepsi gibi çıkan dolunay, pencereden içeriye girecekti neredeyse. Aradan bir yıl geçmiş, yine şölen zamanı gelmişti. Umutla şölene gelen bir kısım kelebek coşmuş şarkı söylüyordu. Onların gürültüsüne Fındıkkurdu sıçrayıp kalktı. Bir de ne görsün Al'ın eli tam yüreğinin üstünde durmuyor mu? Camdan içeri bakan kelebeklere gözü takıldı. Al Fındıkurdu'nun kaygısını anlamıştı. Kulağına, "Neden uyumuyorsun güzel bebeğim?" diye tatlı tatlı fısıldadı. "Bilmem, uykum kaçtı." dedi, tedirginliğini belli etmeden. Sonra toy ve heyecanlı bir sesle "Ben dolunayda uyuyamam... Şu cama konan böceklere de bak!" diye işaret etti çocuksu bir edayla.


Al Kara olanları görmezlikten gelerek acımasızca elini salladı: "Aldırma, onlar senin yanımda olduğunu tahmin ediyor ve kıskanıyorlar dedi. "Benden ejderha gibi korkarlar aslında. Senin yerinde olmak için çıldırıyorlar. Hepsinin yüreği midemde."


Fındıkkurdu, bu düşmanca sözlerden hiç hoşlanmadı. Ayrıca Al Kara'nın gerçek bir Albastı olduğunu anlamış ve sırlarını da öğrenmişti böylece. "Bak Allah aşkına” diyordu Al, "Birbirlerini nasıl da kıskanıyorlar." Sırıtırken, kan içmekten kırmızılaşmış kazma dişleri de korkunç bir görünümle ortaya çıkıyordu, "içeriyi görmek için cama nasıl da yükleniyorlar" diye Fındıkkurduna sokulup mutluluğunu belirtiyordu. Fındıkkurdu "yazık üşüyecekler dışarıda, aç kapıyı, içeri al onları" dedi. "Almam, ben dert babası değilim!... Her birisinin yığınla sorunu var. Dertlerini unutmak için buraya gelerek benden medet umuyorlar, akıllı olup yüreklerini çaldırmasaydılar!" dedi ve yutkundu..


Fındıkkurdu bütün bunları öğrenince çileden çıktı. Bunun üzerine bir kurnazlık düşündü. Bu arada Al Kara onu uyutup yüreğini çalmak için masalına devam ediyordu. Fındıkkurdu, "Benim uyumam için sadece masal anlatmak yetmez dedi. "Sevgilim gidip bana çaydan elekle su getirir, onu içer, ancak öyle uyurum!..." Al Kara "Hıh, bundan kolay ne var, kelebeğim kelebeğim” diyerek sarıldı Fındıkkurdu'na. Onu kendine çekerek dudağından öptü. "Bunu neden daha önce söylemedin?" dedi.


Fındıkkurdu ise çok heyecanlıydı. Her an yüreğini yitireceğini düşünüyordu. Dişi kelebeklerin özellikle yumurtlama döneminde duyarlı olduğunu, fazlasıyla ilgi beklediklerini biliyordu. Al Kara'nın kelebeklerin bu durumundan faydalanarak bir anda saydamlaştığını, avının yüreğini hissettirmeden söküp çıkardığını, onu çaya götürerek sağa sola çarparak yıkayıp yediğini de büyüklerinden duymuştu.


Fındıkkurdu karşısında bir görünüp, bir yok olan Al Kara'sını düşündükçe ürküyordu. Ne var ki, kendisi de bu amansız yapışkana takılmış, ona az kalsın inanıp yolunu yitirecekti. "Aslında" diye sağına soluna bakınıyordu. "Gerçekten böyle bir karabasan var mı?" Çünkü kendisinin gördüğü bu saydam yaratıkla, diğerlerinin gördüğü Al Kara aynı değildi. Belleğini yokladı. Bu düğümü çözmek için de sabırla direnip onu tesirsiz hale getirmeyi aklına koydu.


Al Kara duvara asılı eleğini usulca indirirken, "Şimdiye dek hiçbir kelebeğim böyle garip bir istekte yanıma sokulmadı," diye dişlerini sıkarak iç geçirdi. Daha fazla zaman harcamadan doğruca nehre gitti. Eleği suya daldırıyor daldırıyor boş çıkarıyordu. "Hiç elekle su taşınır mı canııım, bende de akıl yok..." diye başını salladı. Yorulmuş ve acıkmıştı. Metal dişleri birbirine vuruyordu. Canı şiddetle Fındıkkurdu'nun taze yüreğini yemek istiyordu. "Eskiden bu elekle nasıl su taşırdım?” diye söylendi Al Kara. "Tanrı be!ası Fındık, aklımı başımdan aldı. Bir kez yüreğini çalarsam, bir daha o bana bu işkenceyi yapamaz, kuzu olur peşime takılır, işte o zaman da ben ona yüz vermem," diye iç geçirdi. Tekrar tekrar su doldurmayı denedi. "Elekte su taşımak ha, maskara olduk!...Şimdiye dek hiçbiri beni böyle uğraştırmadı. Böyle ezilip büzülmedim. Canın cehenneme, demiştim pek çoğuna. Eğer bu kez de başaramazsam, onu doğduğuna pişman edeceğim. Rezil olacak sonunda" diyerek sağına soluna bakındı. "Yaşlandım galiba. Hava neredeyse aydınlanacak. Aman Tanrım.” Beni şimdi su yolunda görecekler, hem de don gömlek... Saydamlaşamıyorum. Çabuk kaçmalıyım buradan!..."


Al Kara'yı alelacele nehre gönderen Fındıkkurdu ışığı açtı. Cama vuran kelebeklere seslendi. "Dinleyin beni" dedi yumuşak ve inandırıcı bir sesle. "Kaçın buradan!" Kelebekler şaşırmış Fındıkkurdu'na bakıyordu "Yoksa Al Kara hepinizi Basra'lı simsara satacak! Yüreğinizden oldunuz. şimdi ciğerinizden de olacaksınız ve daha çok acı çekerek bir işe yaramayacaksınız sonunda!.. Burası büyülü bir adadır. Adı da ÇIRA-YANAN. Gördüğünüz bu simli ve esrarengiz ışık bir tuzaktır. Işığı gören sizin gibi iyi niyetli kelebekler, bir şey var diye, koşarak buraya gelir. Dertlerine derman ararken aldanırlar. İkram, ilgi görürler, ışık gözlerini alır sonunda. Aradıklarını bulduklarını düşünerek yüreklerini çaldırır, bir daha ayrılamazlar buradan. Daha ilerde KÖPEK- HAVLAYAN ve KEDİ- MİYAVLAYAN var. Oralar kelebekler için çok daha tehlikelidir. Köpek Havlayan'da tuzağa takıldınız mı işiniz bitiktir. Oranın beyin salatası çok ünlüdür. Burun deliğinden geçirdikleri bir çengelle beyninize ulaşır, onu çekip çıkarıp nehre götürür taşlayarak yıkarlar. Ondan sonra hiçbir şekilde düşünemez olur, sabah akşam demeden havlar durursunuz. Şimdi şu kırmızı kurdeleları alıp, başınıza takın! O sizi kötülüklerden koruyacaktır. Birbirinizden sakın ayrılmayın. Yollar dar ve engebelidir. Çaylar ırmaklar birbirini keser.


Kelebeklerin çoğu silkelenip kendine geldi, birbirlerine bakıp olacaklardan korkup hemen orayı terk ettiler. Hepsi de başlarına birer kırmızı kurdele taktı.


Kelebekleri Çıra Yanan'dan uzaklaştıran Fındıkkurdu birden bire yanında Yekbun'u gördü. Heyecanlandı, yüreği kıpırdadı. Yekbun ona "çabuk benimle şu ambara gir!" dedi. Fındıkkurdu şaşırdı, bu da kimdi! "Ama yapacak bir şey yok." dedi içinden. Yekbun'un dediğini aynen yaptı.
Al Kara nehirden eli boş olarak Çıra Yanan’a dönünce kapısı bacası arkasına kadar açık boş ve buz gibi bir ev buldu. Gözlerini yumarak, metal dişlerini gıcırdattı, sağa sola sopasıyla saldırdı. "Ah rezil Fındıkkurdu" dedi. "Ah, Fındık" dedi "Seni bir elime geçirirsem çiğ çiğ yiyip postunu pazarda satacağım... Bu oyuna ben nasıl gelirim?" Üzüntüsünden çıldıracak gibiydi. Soluklanmak için, düşünceli düşünceli erzak ambarına sırtını dayadı. Karşısına hangi kelebek çıksa onun yüreğini acımadan yiyecekti.


Yekbun Fındık'a işaret ederek, kırıp yediği fındıkların kabuklarını Al Kara'nın keline atmaya başladı. Neye uğradığını anlamayan Al sinirlenip başını yukarı kaldırdıkça kafasına bir tane daha iniyordu.


"Bana bak dişi Fare" dedi Al, "Benimle dalga geçip durma, şimdi yanına gelirsem Fındıkkurdu'nun acısını senden çıkarırım. Fındıkkurdu da Al'ın başına ceviz fırlatmaya başladı bu kez. Böylece serseme dönen Al'ın oyunu bozulmuştu. Durmadan hapşırıyor, başını yukarı kaldıramıyordu. Ona zor zamanlarında yardımcı olan Ciğerpare'ye sesleniyordu:


"Yetişşş Ciğerparem! Neredesin!" Bir yandan da elindeki sopasıyla kafasına vurarak, "Ben böyle bir çömezin ağına nasıl düşerim?" diyordu.


Yekbun, "Hadi" dedi gölge gibi izlediği Fındıkkurdu'na. Saklandıkları yerden çıkıp, Al Kara'yı derdest edip çuvala tıktılar. Çuvalın ağzını bağladılar. Al Kara böğürdükçe onlar sopayla vurdular.

11 Nisan 2008 Cuma

Bugün Bayram Sabahıdır

Bugün Bayram Sabahıdır
Güneş bir başka doğuyor,
Bugün bayram sabahıdır.
Gökten bulut yağıyor,
Bugün bayram sabahıdır.

El öpünce gül dudaklar,
Açılır dostça kucaklar,
Sevgiye doyar yürekler,
Bugün bayram sabahıdır.

Tatlı diller şekerleşir,
Mutluluk kalbe yerleşir,
Eller,gönüller birleşir,
Bugün bayram sabahıdır.
YAZAN:Bestami YAZGAN
ALTIN SAÇLI KIZ
Zamanın birinde, bundan çok yıllar önce. Saraylarda padişahların yaşadığı, meydanlarda okların atıldığı, pazarlarda altın ********** alış veriş yapıldığı zamanın birinde... Güzel bir bahçenin tam ortasına kurulu bembeyaz bir ev varmış. Bu evde altın sarısı saçları olan güzel mi güzel, alımlı mı alımlı; al yanaklı, gül dudaklı, boylu poslu, Bukle adında bir genç kız anneciği ile beraber otururmuş. Güzeller güzeli Bukle her sabah, babaannesinden kalma bir kemik tarak ile saçlarını taramayı pek severmiş. Bir saat, iki saat hiç bıkmadan tarar da tararmış yumuşacık saçlarını. Sonra da tarağın dişlerine takılan, bir de yere dökülen tellerini itinayla toplarmış. Onları pembe ipek mendilinin içine sarar bir çekmecede saklarmış. Oturdukları beyaz evin bahçesi öyle güzel çiçeklerle bezeliymiş ki, kokuları siz deyin on mahalle, ben diyeyim yirmi mahalle öteden duyulurmuş. Renkleri o kadar canlı, o kadar başkaymış ki; bahçenin önünden her geçen durup bakar, hayran kalırmış bu güzelliğe. Bukle’nin annesi Menzile, bir çocuk gibi severmiş bu güzel çiçekleri. Okşarmış, öpermiş; her akşam güneş batınca dağların gerisine, ay ışığı altında sularmış tek tek. Laleler onu gördüklerinde daha dik durmaya, menekşeler kokularını her köşeye yaymaya, güller iri iri açmaya çalışırlar; güzellik yarışına girişirlermiş. Hem çiçeklerle yaşamak öyle kolay da değilmiş. Çabuk küser, çabuk solar, çabuk bükerlermiş boyunlarını. Pek nazlı, pek nazenin, pek hassas, pek narin, pek kırılgan imişler. Öyleymişler işte. Sevgi imiş asıl onları besleyip büyüten.Menzile haftada bir kere, karanlık çöker çökmez Bukle’nin altın sarısı tellerinden birisini alır, bahçedeki o güzel çiçeklerden seçtiğinin içine usulca koyarmış. Ertesi sabah da aynı çiçek bir altın verirmiş Menzile’ye. Bu, kimseye duyurmak istemedikleri bir sırmış. Anne kız böyle yaşar giderlermiş işte. Kimseye zararları yokmuş. Kimseye de muhtaç değillermiş.Ancak insanlar çeşit çeşitmiş. İyiler de çokmuş, kötüler de... Kimin iyi, kimin kötü olduğunu ise bilebilmek pek zormuş. Günlerden bir gün nasıl olduysa, kadının biri, bir köşede durur iken Menzile’nin çiçekten aldığı altını görüvermiş. Hayret etmiş, gözlerine inanamamış, dönüp bir daha bakmış “gördüklerim doğru mu acep!” diye. Hemen aklında türlü fikirler dolaşmaya, bu fikirler bir kurt gibi beynini kemirmeye başlamış. Sonunda bu fikirlere yenilip de aklınca bir plan hazırlamış. Üzerine eski püskü, yırtık pırtık giysiler geçirip elini yüzünü kire pasa bulayıp, varmış güzel bahçeli beyaz evin kapısına.Menzile çıkmış bu perişan görünen kadının karşısına. “Buyrun” demiş gülümseyerek. Kadın iki büklüm durarak, kısık sesle “misafir etseniz beni birkaç gün Allah rızası için” demiş ve kapının önüne yığılıp kalmış. Menzile kadına pek acımış, haline pek üzülmüş. Hemen ana kız içeri taşımışlar kadını. Yatağa yatırıp üstünü örtmüşler. Merakla başında beklemeye başlamışlar. Bir süre sonra kadın açmış gözlerini “su içsem” demiş. Bukle bir koşu su getimiş. “Açım” demiş bunun üzerine kadın. Bu sefer de Menzile koşmuş mutfağa, sıcak çorba getirmiş. Bir güzel karnını doyurmuş kadın. Ardından da açmış elerini, uzun uzun dua etmiş bu güzel insanlara:“Allah ne muradınız varsa versin.Sağlık, mutluluk, huzur dolsun eviniz.Tuttuğunuz altın, sofranız bereketli olsun.Eviniz sıcak, yüreğiniz ferah olsun.Yarınınız güzel, seveniniz bol olsun.Kötülük dokunamadan geçip gitsin çatınızın üzerinden...........”Bir güzel dualar etmiş ki kadın oturduğu yerden, Bukle ve Menzile pek sevinmişler. Menzile “evin yoksa kal bizimle, yoldaş olursun bize” demiş. Kadın hiç beklemeden hemen atılmış. “Olur olur, kalırım” diyerek bir çığlık bırakmış havaya. Kim ne düşünür nereden bilsin Menzile. Kimin niyeti nedir nasıl bilsin Menzile.O günden sonra birlikte yaşamaya başlamışlar beyaz evde. Güzel, temiz elbiseler vermiş Menzile kadına. Birlikte yiyip birlikte içmeye, birlikte gezip birlikte tozmaya, birlikte oturup birlikte kalkmaya kısa zamanda pek alışmışlar. Her sabah Bukle’nin altın sarısı saçlarını o tarar olmuş. Her teli itinayla toplamış, kimse görmeden bir kısmını ayırıp saklamış. Fırsat buldukça bahçeye çıkıp çiçeklere koymuş telleri. Ertesi sabah da bir bir toplamış altınları. Günler geçmiş, haftalar geçmiş, aylar geçmiş. Kadın usanmış bu işten. Yorulmuş, bıkmış, “yeter artık” diyerek bir gece yarısı uyurken Bukle derin derin, mışıl mışıl; almış makası eline, altın saçını kökünden tutup kesmiş bir çırpıda. İşte o an olmuş ne olduysa, altın saçın her bir teli kocaman bir yılana dönüşüp atlamışlar kadının üstüne. Oracıkta sokup öldüreceklermiş neredeyse, Bukle “durun” demeseymiş. Kadın korkudan küçük dilini yutmuş da, bir dahi hiç konuşamamış. Ödü “pat” diye patlamış da aklı yerinden oynamış. O günden sonra da kiminle karşılaştıysa, saçının tellerini yaşmağının ucundan gösterip birşeyler geveler, birşeyler anlatmak istermiş. Lakin kimse ne dediğini bir türlü anlayamazmış bu deli kadının. Acıdıklarından eline ekmek parası tutuşturup yollarına devam ederlermiş. Birgün bir sokağın köşesinde bağdaş kurmuş otururken ak sakallı bir dede gelip durmuş karşısında. Uzun uzun bakmış gözlerine bir şey okur gibi. Sonra da “bir adam vardı buralarda yaşayan” demiş kadına. “Nalbant idi. Herkes sever, herkes hürmet eder, herkes pek güvenirdi ona. Bir sabah senin gibi o da gördü çiçeklerin verdiği altınları. Göz bir gördü mü, akıl bir yazdı mı kenara gözün gördüklerini insan kendini tutamaz olur. Günler boyu eline iş alamadı. Gelip gidenler “niye çalışmıyorsun, hasta mısın?” diye sordular uzun süre. Nalbant kimseyle tek kelime konuşmadı. Gözünün önünden çil çil altınlar gitmiyordu. Bir damla uyku girmedi gözüne. Sonra baktı ki olmayacak; eline koluna, diline kulağına bir de aklına hakim olamayacak. Her bir şeyini, neyi var neyi yoksa olduğu gibi bırakıp çekti gitti buralardan. Kimseler bir daha haber alamadı nalbanttan. Ne nereye gittiğini öğrendiler, ne de neler yaptığını duydular. Ben sana söyliyeyim mi ne oldu nalbanta?” Kadın gözleri yuvalarından fırlayacakmış gibi bakmış dedeye, karşısında duran bir canavarmış gibi. Devam etmiş ak sakallı dede konuşmaya. “Nalbant şimdi padişahın sağ kolu. Vezir oldu memlekete. Eğer senin gibi tutamasaydı kendini, bu şehrin sokaklarında dolaşacak, adı “deli nalbant”a çıkacaktı belki de.”Konuşması bitince dede yürüye yürüye uzaklaşmış kadının yanından. Onun arkasından bakakalan kadın saçını başını yola yola bağırmış da duyanlar gök yarıldı sanmış. Çocuklar öyle bir ağlamış ki üç gün üç gece susturamamışlar. Kediler korkup damdan dama atlaya atlaya başka şehirde miyavlamaya gitmişler. Bukle’nin saçları da kısa sürede uzamış, yine eskisi gibi taranacak hale gelmiş. Açgözlü olmanın, yalan söylemenin, kötü düşüncelerin ne kadar zararlı olduğunu da daha iyi öğrenmiş. Anne kız uzun yıllar mutlu bir şekilde, beyaz evlerinde, güzel çiçekleri ile yaşamaya devam etmişler. Bir daha da kimseye güvenip evlerine almayı hiç düşünmemişler.
Arama terimlerinizi girin Arama formu gönder
GECENİN İÇİNDEN
Karanlık gece, simsiyah kollarıyla İstanbul’u bir pelerin gibi sarmış ve gök kubbedeki yıldızlar yeryüzüne dökülüp etrafa saçılmışlar. Kimi yerde tek tük kimi yerde kümelenmiş durumda geceyi gözlüyorlar sanki...Yedi tepe üzerine kurulmuş şehirde; tepeler, düzlükler, denizler ve ışıklar gökyüzünün yeryüzündeki aksine benziyorlar. Sonbaharın son güzel günleri yaşanırken, sıcak yaz gecelerinde görmeye alıştığımız samanyolunu anımsatıyorlar bizlere...Işıklara ilgiyle bakıyorum. Gözlerim kamera olsa “zum” yapsam, her birinin içinde farklı yaşamlar görüp farklı sunumlar bulacağımı biliyorum. Düşünüyorum; bu aydınlık noktalarda şu anda yaşanan sevinçler, hüzünler, hayal kırıklıkları ve coşkular olmalı...
Yüz yirmi kilometre hızla giden bir arabanın içindeyim. Şu anda Boğaziçi Köprüsü’nden Maltepe istikâmetine doğru ilerliyoruz. Yanımdaki adama bakıyorum... Profili çok ciddi görünüyor. Dikkatli gözleri yolda ve diğer arabalarda, elleri direksiyonda...Bu geç saatte geniş asfalt yolda arabalar oldukça aralıklı seyrediyor. Hepsi de uçar gibi gidiyorlar. Bizde aynı şekilde...
__ Müzik dinlesek nasıl olur?
Bana döndü ve yüzünde bir tebessümle cevap verdi:
__ Hay hay hanımefendi...
Uzanıp teybe bir kaset koydu ve düğmesine bastı. Az sonra enstrümantal bir müzik arabanın içini doldurdu. Gözlerim yolda, kulaklarım müzikte dikkatle dinliyorum. Ne hoş bir müzik bu Türk motifleriyle işlenmiş... Gözlerim ışıklarda şimdi. Hızla geçip giden arabadan ışıklar, ateşböceklerine benziyorlar.
Müziğin içinden bir ritm kulağımdan beynime, beynimden gönlüme aktı sanki...”Tam, tra ram tam, tam tam”. Usta ellerin çıkardığı bir darbuka sesi bu...Sadece onu dinlemek ve hissetmek için gözlerimi yumuyorum.
Müzik beni alıyor bambaşka bir zamana ve mekâna götürüyor. Bir saray burası...Duvarları aynalarla süslü, uzun direkli, ışıl ışıl bir salon. Gökkuşağının tüm renkleri burada ve onları taşıyan kadınlar. Hepsi birbirinden güzel kadınlar...Giysileri, takıları, görünüşleri ne kadar farklı. Ne kadar da güzeller. Kendi üstüme bakıyorum. Aman Allah’ım onlardan hiç farkım yok. Üzerimde bir saraylı giysisi. Saçlarım uzun ve omuzlarımdan aşağı dalgalar halinde iniyorlar. Ya takılarım, ya takılarım...Salonu dolduran müzik aynı müzik. Dikkatli gözlerim bir köşede ki çalgıcıları görüyor. Bu müzik ruhumu okşuyor, içimi kaynatıyor. Ritme uyarak olduğum yerde sallanıyorum. Birden bir şey gözüme ilişiyor. Sevdiğim adam karşıda, bir yığın genç kadının arasında yüksek arkalıklı bir koltukta oturuyor. Kadınlar ona gülümsüyorlar ve o da onlara tebessümler saçıyor. Tek erkek ama salonu dolduruyor. Çünkü herkes ona bakıyor. Bir dansçı ortada dans ediyor. Büyülü bir dans bu. Genç adam müziğin ritmine uyarak kıvrılıp bükülen bu dansçıdan gözlerini ayıramıyor. Bir sevdiğime bir dansçıya bakıp kahroluyorum. Neden bana bakmıyor ve neden beni görmüyor. Yüreğimi sıkan bu duygu kıskançlık mı yoksa ? Biz bunları aşmamış mıydık onunla?
Bir anda aklıma parlak bir fikir geldi. Ben de dans edeceğim. Ortaya çıkıyorum ve müziğin ritmine uyarak dans etmeye başlıyorum. Diğer kadınlar bana öfkeyle bakıyorlar. Umurumda bile değil...Beden dilimi konuşturuyorum. Sevgim gözlerimde, ellerimde, vücudumun her yerinde. Ne kadar zaman geçti bilmiyorum bir çift gözün ağırlığını hissettim üzerimde. Başımı çevirdim. O, beni izliyor ilgiyle...Ama ters giden bir şeyler var. Bana bakıyor,sadece bakıyor. Tanımıyor sanki. Gözleri elektrik vermiyor.
Eliyle yanındakilere işaret etti. Bir darbuka getirdiler. Sevdiğim darbukayı eline alıyor ve müziğe uygun ritm vuruyor. “Tam tam, tra tam tam..Tam tra tam tam, tam” Müziğin ritmine uyarak dansı sürdürüyorum. Gözlerim ikimizden başkasını görmüyor. Onu kazanmak için dans ediyorum sanki bu kadar güzelin arasında...Yoruldum ve kulaklarım uğulduyor. Yavaşlıyorum. Bir an gözlerimi yumuyorum. Darbuka sesi çok yakınım da şimdi...”Tam tra tam tam “. Gözlerimi açtım. Arabadayım. Yanımdakine baktım. Kaset hâlâ teypte çalıyor. Onun elleri direksiyonu bırakmış üstünde tempo tutuyor.
__ Ne yapıyorsun? Direksiyonu tutsana.
__ Tempo tutuyorum canım.
__ Bu kasetin adı nedir?
__ Beğendin mi?
__ Çok beğendim. Adı nedir?
__ Adı “Harem”
Hayretle bağırıyorum:
__ Harem mi?
Büyük bir şaşkınlığın içindeyim. Gülsem mi, ağlasam mı? Bu müzik beni bir hareme götürmüştü. Kendimi bir eğlence gecesinde ve oraya ait görmüştüm. O tantana , o ihtişam. O kalabalık güzel ve genç kadınlar. Kıskançlıklar, kinler...Bunlar hayal miydi yoksa bir rüya mı? Rahatladım. Çünkü ne öyle bir zamanda, ne öyle bir mekânda yaşamak istemem. Sevdiğimi onlarca kadınla paylaşamam ve günlerce bekleyemem. Asla yapamam bunu. Üstümden bir yük kalktı sanki, hafifledim. Haremde yaşayan kadınların kaderine yanarak acıdım onlara. Fazlası elimden gelmez ki..
Sevdiğim adama döndüm. Yanımda ve benim işte. Bütün sevgimi gözlerime vererek ona gülümsedim. Yüzümün sevgiyle aydınlandığını ve çok güzel göründüğümü biliyorum. Çünkü sevgi insanı güzelleştirir. O da bana gülümsedi. Elimi vitesi tutan elinin üzerine koydum, okşadım ve çektim. “Harem” hâlâ çalıyordu o egzotik havasıyla...Güzel bir kasetti. Mutlulukla arkama yaslanıyorum. Eve az kaldı. Gözlerim ilerde, kulaklarım da o müzik. Araba karanlığı bir ok gibi delmeye devam ediyordu.
İnci Arslan
10.12.2000

peterman

Masmavi,bugulu bir gokyuzu,koyu yesille kucaklasmis.Alabildigine genis bir caddenin kosesinde gec isaretinin yanmasini bekliyorum.Iki, uc katli evler ve agaclar adeta sarmas dolas,icice...Insanlar her renkten ve irktan. Hepsi yabanci fakat, tanidik geliyor nedense Insanlar ve tasitlar zaman gibi akip,yolun sonunda kaybolup gidiyorlar.Ne kadar da gecen gunlerimize benziyorlar.Cabuk ve acimasizca,geri donmemecesine gecip giden gunlerimize, omrumuze... Sakin dis gorunusumun altinda beynimde firtinalar kopuyor,kalbim yerinden firlayacakmis gibi carpiyor. Aklim ve fikrim seninle sevgilim.Seni dusunuyorum,seni ariyorum.Yoksun...Ya da hep benimlesin.Uzaklardan bana gulumsuyorsun ve sanki Umit Yasar`in dizeleriyle sesleniyorsun: `Ne durdurur ozleyeni, seveni Bakarsin ansizin gelebilirim Bu kadar yurekten cagirma beni` Gel sevdigim,askim,canim...Seni cok ozledim.Benimle,yanim da ol...Kalan zamani seninle yasamak istiyorum.Bu defa Iste isik yandi,bana yuru diyor.Dimdik yuruyor ve karsiya geciyorum.O da ne?Orada beni bekliyorsun. Sevincten bir kus gibi oluyorum adeta.Elele tutusuyoruz.gencligimi yeniden seninle yasiyorum.Ben 17 yasinda bir `kuzu`,sense 28 yasinda...Gozlerim duygularimin dili...Senin de oyle.Bakisiyor ve anlasiyoruz.Konusmaya gerek yok... yasanmamislari yasamak istiyorum...Seni yurekten cagiriyorum. Sairin dedigi gibi... tanimak arzusu ile yaniyorum.Seninle sevincleri yasamak istiyorum.Ve kederi de...Acilari birlikte yasayip olgunlasmak istiyorum.Seninle olmak istiyorum.Sen Tanri`nin sundugu armagansin bana.Boyle dusunuyorum. Bu bogucu sicak gunun sonunda,gunes yavas yavas ufka yaklasirken,serin bir ruzgar yuzumuzu oksuyor adeta.Gozlerim kapali dinliyorum dogayi...Hissediyorum...Ohhh...Ne guzel ruzgarin opusu.Ferahlik veriyor insana. Ayni anda kalkiyoruz.Kumsala yuruyoruz.Ayakkabilarimiz ellerimizde.Sicak kumlar kucakliyor ayaklarimizi.Denize dogru yuruyoruz.Dalgalar beyaz kopuklu.Dalgalar hircin.Ayakkabilarimizi kiyida kumlara birakiyoruz.Ben eteklerimi topluyorum,sen pacalarini siviyorsun.Elele dalgalara dogru yuruyoruz.Iste bir tane geliyor,geliyor ve geldi.Sular ayaklarimizi sonra bacaklarimizi yaliyor.Dizlerimize kadar...Eteklerimi biraz daha topluyorum,islanmasinlar diye.Dizlerimin ustune cikiyor.Gozgoze geliyor ve ayni anda gulumsuyoruz.Ruhlarimiz kaynasmis.Dolu dolu yasiyoruz bu aniDenizde daha ileriye gidiyoruz. `Atlas Oyanusu`ndayim diye dusunuyorum.Deniz bizimle,biz denizle oynasiyoruz dakikalarca...Hava karardi.Artik cikmaliyiz.Sana donuyorum.Yoksun can...Ellerim bombos simdi... Icim bir hos oluyor.Terkedilmislik duygusu benimle..Huzunleniyorum.Bu deniz kadar,bu kumsal kadar yalnizim simdi.Sen var miydin,yok muydun?Seni,benim hayalgucum mu yaratti?Yasadiklarim yalan miydi? Hava kararmis.Birdenbire benim de dunyam karardi.seni kaybettim sevgilim.Okyanus seni benden aldi.Seni burada birakip donmeli miim?Sen yasarken ben olmeli miyim/Damarlarimi tutusturan bu aski unutup gercege donmelimiyim/Gercekler ne kadar aci olsa da... paert 28/07/99
YALNIZLIĞA DAİR
1. ÖYKÜ

“YALNIZLIK YAŞANIR, PAYLAŞILMAZ”

Akşamın solgun ışıkları şehrin üstüne perde perde inerken (ki buna şehirden ziyade metropol demek gerekir) genç adam dalgın gözlerle pencereden uzaklara doğru baktı. Bu serin sonbahar akşamında doğanın davetkar bir havası vardı İşten yeni gelmişti. İçinden bir ses:
--- Haydi oğlum Suat. Yemeğini ve olta takımını al,şöyle uzan deniz kıyısına...Güneşin batışını, o altın ışıkların sudaki aksini seyrederken balıkta tutarsın. İyot kokan o mis gibi havayı ciğerlerine çekersin.
Açık pencereye doğru derin bir nefes aldı. Küçük bir bekar eviydi onun ki...Bu evde yalnız yaşıyordu. Temizliği ve düzeni severdi. Her şey yerli yerindeydi. Hemen mutfağa geçti. Hazırlığını yapmaya başladı. Süratli hareketlerle buzdolabını açtı . Birkaç parça yiyecek ve içecek aldı. Ekmeklikten ekmek aldı. Hepsini bir poşete koydu.
---- İşte nevale hazır . Olta takımımı ve montumu da aldım mı tamam.
Kapıyı çekti ve kilitledi. Merdivenlerden iniyordu ki ev sahibi Melek hanıma rastladı. Melek hanım ağrıyan dizlerine eliyle destek vererek yukarı çıkıyordu:
--- Merhaba oğlum!...
--- Merhaba efendim.
Melek hanım olta takımına yan yan bakarak devam etti:
--- Nereye böyle?
--- Biraz dışarı çıkıyorum da...
--- Bu saatte mi evladım?Akşam akşam...
Melek hanım kafasını iki yana sallayarak uzaklaştı..
Genç adam cevap vermedi. Kaşları çatılmıştı gayriihtiyari...Günün en sevdiği saatleriydi akşam saatleri. Bu saatlerde insanlar evlerine dönerler Adeta her yer bomboş kalırdı. Bu saatler yalnızlar için,yalnızlığı yaşayanlar içindi... Aklına ev sahibi geldi. Biraz keyfi kaçmıştı. İnsanlar diye düşündü. Neden başkasının yaşantısına karışırlar. Ben kimseyle ilgileniyor muyum ?
Arabasına atladı. Yer yer ışıkları yanmaya başlayan şehirden hızla uzaklaştı. Arabanın açık penceresinden giren rüzgar saçlarını geriye doğru savururken bütün dikkatini yola verdi. Rüzgar ağaçların dal ve yaprakları arasında koşuşturuyor. Onları sağa sola eğiyordu. Dal ve yaprakların hışırtıları kulağına tatlı bir melodi gibi geliyordu. Doğanın başarılı bir bestesi diye düşündü. Canlı ve cansız varlıklar arasında ne güzel bir uyum var dedi kendi kendine... Doğayı seviyordu. Doğada ihtişam, güç, teslimiyet, sessizlik ve özgürlük vardı.
Martıların, denizin arsız kuşlarının dans eder gibi konup kalktığı, o her zaman ki deniz kıyısına gelince arabasını park etti. İndi. Yiyecek paketini ve olta takımını aldı. O bembeyaz deniz kuşlarının çoğunlukta olduğu tarafa:
--- Balık orada bol mu? Diye sordu gülerek...
Deniz kıyısındaki taşlara oturdu, Ayaklarını sarkıttı. Olta takımını açtı. Çaparinin iğnelerine tüyleri sabırla taktı... Oltasını denize attı :
--- Rastgele! Haydi rastgele, dedi keyifle.
Derin bir nefes alarak havanın temiz kokusunu içine çekti. Ufuklara doğru baktı. Güneş batmak üzere idi. Kırmızının her tonu, sarı ve turuncu, rengarenk bir grup... Hangi büyük ressamın fırçasından çıkmış bu tablo... Güneşin denize düşen ışıkları nasılda güzel parlıyor. Uzaklarda bir kotra bu renk cümbüşünün ortasında ağır ağır uzaklaşıyor. Suat denize doğru:
--- Ne kadar mutluyum. Özgürlük bu işte, diye haykırdı.
Balıklar birer birer oltaya geliyordu. Balık tutmaktan da ayrı bir zevk alırdı. Bir müddet sonra getirdiği yiyecekleri açtı ve yemeğe başladı. Birden yanı başında bir ses duydu. Sevimli bir çocuk:
--- Amca oltanla balık tutabilir miyim? Diye soruyordu.

Suat olumsuz anlamda başını salladı. Çocuk tekrar sordu:
--- Amca, senin çocuğun var mı?
Suat yine başını iki tarafa doğru salladı. Babası çocuğunu çağırıyordu. Çocuk seke seke babasının yanına döndü. Elini tuttu ve gülerek babasına bir şeyler anlatmaya başladı. Adamda gülerek dinliyordu. Dönüş yolunda hep çocuğu ve sorusunu düşündü. “ Amca, senin çocuğun var mı?”
Evinin kapısını açıp içeri girdiğinde o hala düşünüyordu. Eşikte bir an durup etrafına baktı. Evinin dingin sessizliği, o cansız nesnelerin yerli yerinde duruşları, nedense bu gece onu rahatsız etmişti. Kapıyı arkasından kaparken “O çok sevdiği, O’nun olan dünyasına” girdi.

18.09.1999
Paert
Avcılar-İST

YALNIZLIĞA DAİR
2.ÖYKÜ

”BİLMEZLER YALNIZ YAŞAMAYANLAR,NASIL KORKU VERİR SESSİZLİK İNSANA,İNSAN NASIL KONUŞUR KENDİSİYLE”

Şermin, yine akşam oldu diye düşündü. Yine akşam oldu. Otuz beş yaşında olukça güzel bir kadındı. Sarışın ,mavi gözlü,orta boylu. Eskilerin “balık etinde” dediği tiplerdendi. Ama her gün evdeki basküle çıkıp iniyordu. “Ay!...Bugün yarım kilo fazla gösteriyor. “ Başka bir gün ”Oh!... Yedi yüz gram zayıflamışım.” On katlı bir apartmanın otuzuncu dairesinde oturuyordu. Yalnız başına... Hani o kimsenin kimseyi tanımadığı apartmanlardan biri... Asansörde bazen selamlaşırdı komşularla...Fazla arkadaşı da yoktu iş yerinde. Çok yoğun bir çalışma olduğu için kimseyle samimiyet kuramamıştı. Yapısında da yoktu sanırım. İlk adımı daima karşı taraftan beklerdi her zaman...
Hiç evlenmemişti. Kısmeti çıkmadı mı? Çok... Ama bazılarını o beğenmemişti. Bazılarını da ailesi istememişti. “Üzümün çöpü armudun sapı var,”örneği...Anlayacağınız evde kalmış bir kızdı o...Peh,peh,peh dedi içinden...Geçmiş zamana ve geçip giden gençliğine hayıflanıyordu. En iyi arkadaşım yalnızlık oldu yıllardır diye düşündü. Ahh!... Yalnızlık...Artık taşınması zor bir elbise gibiydi omuzlarında. Allah’ım!...Bıktım artık yalnız yaşamaktan...İçinde bir sızı hissetti. Usulca başını eğdi,tırnaklarına baktı. Hımm...
--- Ojemin rengini değiştirsem mi?
--- Tırnaklarımı da törpülemem gerek...
Sinirli bir şekilde ellerini saçlarının arasından geçirdi. Acı acı gülümsedi. Ne için,kim için? diye düşündü. Elimi tutan bir el olsaydı,gözüme bakan bir göz olsaydı. Beni benden başka düşünen biri olsaydı... Ne olurdu tanrım...Gözleri bulutlandı birden:
--- Tren çoktan kaçtı ve ben arkasından bakakaldım...
Masasındaki eşyalarını topladı. Mesai saati bitmişti. Bürodan dışarı çıktı. Büyük şehrin kalabalığında buldu kendini... O da insan selinin arasına karıştı. Çarşıya uğraması gerekiyordu. İş yerinin hemen yakınındaydı çarşı. Yürüdü gitti çarşıya. İşte çeşit çeşit dükkanlar... Sokağın iki yanına sıra sıra dizilmişler ..Marketler, kasaplar,şarküteriler,
parfümeriler,bijuteri,çeyiz ve giysi satan mağazalar...Vitrinleri seyrederek ve vitrinlerde kendini seyrederek yürüdü ,gitti. Gelinlikçi dükkanının önünde durakladı. Yeni gelen modeli hayran hayran seyretmeye başladı. Rüya gibi bir gelinlikti bu...Üstü gipür dantel. Oldukça açık,kolsuz. Belden, çok güzel bir bollukla yere kadar iniyordu. Etekte yer yer çiçekler vardı. Alıcı gözüyle baktı. Hafifçe içini çekti. Ne kadarda isterdi gelin olmayı...Hangi kızın hayali değildir gelin olmak...İstemekle olmuyor diye düşündü. Maalesef bir adayda yoktu görünürlerde...
Çantasından ihtiyaç listesini çıkardı. Hiç de acele etmeden markete doğru yürüdü.. İçeri girdi. Ağır ağır alışverişini tamamladı. Dışarı çıktı. Elektrikler yanmıştı. Otobüs durağına doğru ilerledi. Bacağında hafif bir darbe hissetti. Korkuyla sıçradı. Neredeyse düşüyordu. Baktı minik bir kedi...Yüzüne bakarak “miyav!” diyor. Gözlerini bir kapayıp bir açıyor. Kediye doğru eğildi:
--- Canım...Aç mısın sen? Yoksa benim gibi yalnız mısın?
--- Gel bakayım...
Poşetteki ekmekten bir miktar böldü. Küçük küçük doğrayıp kedi yavrusunun önüne koydu.
Yavrunun çabuk çabuk yiyişini seyretti. Yürüdü durağa doğru...Otobüsü beklemek için durdu.
Gözleri otobüsün geleceği yönde dalmış gitmişti yine...Yumuşacık bir dokunuş hissetti bu defa bacağında...Yavru kedi peşinden gelmiş,kuyruğunu bir sağdan bir soldan sürtüyor,sanki teşekkür ediyordu ona. Hafifçe gülümsedi. Bir şarkı sözü geldi aklına”Bir kedim bile yok, anlıyor musun?Hadi gülümse”
---Kedicik ,seni alıp götüremem,burada kalmalısın canım...
Otobüs geldi. Yavru kediye son defa bakıp bindi. Oturacak yer vardı neyse...Camdan,şimdi tıklım tıklım ama bir müddet sonra boşalacak caddelere dalgın gözlerle bakarak yolculuğunu tamamladı.
Evinin kapısını anahtarla açtı. Aldıklarını mutfak masasına bıraktı. Doğru banyoya gitti. Banyoda aynaya iliştirilmiş bir not vardı. Orhan Veli’nin dizeleriydi bunlar...Kendi yazıp koymuştu. Eline sabunu aldı. Gözleri kağıda ilişti. Artık ezbere bildiği dizeleri ,ayna da kendi gözlerine bakarak yüksek sesle okudu:
--- “Bilmezler yalnız yaşamayanlar
Nasıl korku verir sessizlik insana
İnsan nasıl konuşur kendisiyle
Nasıl koşar aynalara
Bir cana hasret bilmezler.”
Elini yüzünü yıkadı. O bembeyaz havluya kuruladı. Mahzun mahzun salona geçti. Televizyonu açtı... Müzik setini de açtı... Bütün ev seslerle doldu ...Mutfağa geçti.... Kolonlardan tatlı nağmeler dökülürken o, tek arkadaşı yalnızlığı içinde yemek hazırlamaya başladı...
Paert 18.10.199
YALNIZLIĞA DAİR
3. ÖYKÜ
" BİR SES BANA 'GEL' DESE ,BEN O SESİ İŞİTSEM
KİMSECİKLER DUYMADAN,BİR KAPI AÇIP GİTSEM "

Kadın elleri arkasında,duvara dayanmış dalgın gözlerle evinin penceresinden dışarıya bakıyordu. Akşamın alaca karanlığı ortalığa çökmüştü. Ne düşünüyordu?..
Onu adeta bulunduğu yerde donmuş gibi bırakan neydi?..
Yaşına göre güzel ve alımlı bir kadındı. Uzun boylu,kısa saçlı,kumral,ela gözlü... İki yanağında iki gamze...Vücudu hala bozulmamış,güzelliğini koruyordu...Kilosu normaldi. Bunu her zaman yaptığı spora ve uyguladığı diyete borçluydu. Çok şık giyinir,pahalı parfümler kullanırdı. Aksesuara da meraklıydı doğrusu...Tutkusu altın ve inci...
Saygın kişilikli,mesleğinde başarılı,sıcak bir yuvası ve ailesi olan
bir insandı. Eşi,dostu,arkadaşı çoktu. Sık sık aranır ve dost meclislerinde bulunurdu. Onunla olmaktan mutlu olurlardı insanlar. Kültür birikimi,kariyeri,güzel konuşması ile seçkin biriydi. Çok okurdu. Kendini iyi yetiştirmişti. Ellili yaşlarındaydı. Yani artık ömrünün sonbaharında...Gülümsedi...Biraz burukluk vardı bu gülümseyişte...
Dost meclislerinde konuşur ,tartışmalara katılır,düşüncelerini söylerdi.
Bazen karşısındakilerin ona hayran hayran bakışlarına bakıp düşünürdü..."Acaba
beni ne kadar anlıyorlar?Tam olarak anladıklarını sanmıyordu. Ne demişler..."Ne kadar bilirsen bil,söylediklerin karşındakinin anlayabileceği kadardır."
Çevresindekilerin onu anlamadıklarını birçok ortamda, ömrü boyunca sık sık görmüştü. İçinde bir " yalnızlık duvarı " örülmüştü zamanla...Çok görmüştü ailesiyle ve arkadaşlarıyla aynı telden çalmadıklarını...Kaderi buydu her halde...Su gibi akıp geçen zamanla ömrünün de su gibi akıp gittiğini düşündü...Bekliyordu hep. Neyi,kimi?..Onu anlayacak,içindeki yalnızlığı paylaşacak birini...
Çalışma odasına geçti. Burası ona ait bir dünyaydı...Çok amaçlı kullanılan bir masa. Döner koltuk. Zengin bir kitaplık. Duvarlarda ünlü düşünür ve filozoflardan güzel sözler,resimler...Köşede bir sallanan koltuk,kamıştan... Yanında da bir abajur. Kitaplığa itina ile yerleştirilmiş bir müzik seti. Yerde "Selçuklu motifli" bir halı...Bu köşe zaman zaman onun kaçış yeriydi. Müzik setine bir CD koyar(çoğunlukla bu klasik batı müziği olurdu) ışıkları söndürüp abajuru yakar ...Loş ışıkta sallanan koltuğuna oturur ve müzik
eşliğinde kendini dinlerdi. Bazen gözlerini yumar,kulaklarında müziğin tatlı nağmeleri hafif hafif sallanırdı.
Çalışma masasının başına geçti,oturdu. Bir dosya kağıdı çıkardı. Mektup yazacaktı. Eşime,oğullarıma ve dostlarıma diye mi yazsam? diye düşündü. Hayır..."Aranan ve özlenen dosta" diye yazacaktı. Sonra gizli çekmecesine koyacaktı mektubu diğerlerinin yanına. Kalemi eline aldı ve yazmaya başladı...
"Sevdiğim,canım benim
Bugün yine özleminle doluyum. Gel artık bitsin bu özlem...Benim ol. Ya da ben senin olayım. Ruhuma ateş dolsun .Yaksın kavursun beni...
Sevginle şımart beni. Şımartılmak istiyorum. Çok sev beni. Güzel sözler söyle bana sevgiden ,aşktan yana...Hiç bıkmadan söyle....Kimse beni,benim istediğim gibi sevmedi,sevemedi çünkü...
Biliyor musun çok yalnızım çok. Beni anlayacak candan bir dost arıyorum...
Gel dostum ol, anla beni. Sayfa sayfa aç,tanı beni...Gizlerimi bul...Onları açığa çıkar. İkimiz bir "ben" olalım. Beni ,bana anlat...Yaşamı tümüyle bu kadar severken bendeki bu yılgınlık niye? Her şeyden bıkmam,vazgeçmem niye?...
Duygusallığımı gör orada ve beni anla...Duygular tutkuları öne çıkarıyor zaman zaman...Duygular kimi zaman görmez ediyor gözlerimizi. Gerçeklere perde çekiyoruz. Ama onlar varlar ve oradalar...Hemen yakınımızda. Gerçekler ve duygular...Neden ben de ön planda duygular? Yalnızlığımın nedeni "duygusal zekamın" daha fazla gelişmiş olması mı?
Ruhum ve beynim aç...Gel doyur beni...Ruhuma gir,beynime gir. Anlat bana...Sevgiyi ve aşkı anlat...Güzellikleri anlat. Doğruları anlat.
Yaşamı sözlerle ,düşüncelerle paylaş benimle...Yaşamın akışını paylaş benimle...
Günlük olayları,memleket meselelerini,dünyadaki diğer ilginç olayları konuş
benimle. Tartışalım. Düşünce birliğine ulaşalım. İnsanlık için ,çevre için ,gelecek için aynı kaygıları duyalım
İnsanlık onurunu konuşalım seninle...Ezilenleri ve ezenleri. Doğru söylediği, topluma mal olduğu için söndürülen yaşamları...Anasız babasız bırakılan çocukları ve onların yıkılan yaşamlarını. Doğruları...Bunları konuşurken hoşgörülü olmalıyız. Birbirimizin düşüncelerine saygılı. Ses tonumuzu yükseltmeden konuşmalıyız.
Geçmişe bakmamak gerektiğini,çünkü yaşanacakların yaşanmışlardan daha önemli olduğunu söyle bana...Söyle ama; geçmişte insanların daha saygılı,daha değer yargılarına bağlı,daha az bencil olduğunu ve o zaman toplumdaki insanların daha
Mutlu olduklarını vurgulayalım seninle birlikte...
Edebiyattan konuşalım.,şiirden konuşalım seninle. Şiir dikli evrenseldir biliyorsun Nazım Hikmet'i de ,Necip Fazıl'ı da birlikte anlayarak,beğeniyle değerlendirelim. Şiirler oku bana ve ben de beğendiğim şiirleri okuyayım sana...
Sinemadan,tiyatrodan konuşalım. Son filmleri eleştirelim birlikte...Yeni çıkan kitapları...Şimdi moda olan "Geliştiren Kitaplar’ı",romanları...Bana kitap armağan etmelisin parfüm yerine. Ben de bir tıraş losyonu alacağıma bir kitap seçip almalıyım senin için...
Geleceğe umutla bakmayı öğret bana. İnsan yaşantısına giren yenilikleri öğret
bana,yararlarını, kullanılmasıni...
Tatillerde birlikte gezmeye çıkmalıyız seninle...Yurdumu tanımalıyım. Kültürümüzü yakından görmeliyim gittiğimiz yerlerde. İki turist gibi resimler çekmeliyiz. El ele "tarih" içinde dolaşmalıyız tarihi harabelerde...Oturup oralarda geçmişleri,yaşananları birlikte hayal etmeliyiz sessizliği dinlerken... Gezilerden yorgun argın döndüğümüzde bir kır kahvesinde karşılıklı oturmalıyız. Sıcak çayımızı yudumlarken gözlerimiz birbirinin içinde temiz havayı içimize çekmeliyiz. Aynı anda "Var olmanın dayanılmaz hafifliği'ni" duymalıyız.
Ben resim yapmayı da severim. Seninle deniz kıyısında ,bir parkta ne bileyim bir ormanda veya bir dağda peyzaj çalışmalıyız mesela...Renk armonileri oluşturmalıyız. Ya da güneşin güzelliğini,örneğin batarken aldığı o mükemmel renkleri tuvalimize yansıtmalıyız.
Akşamın alaca karanlığı çöktüğü zaman ,salonda sallanan koltuğuma oturmalıyım. Müzik setinde hafif müzik veya Vivaldi'nin "the four seasons"ı çalmalı ,ya da Pavorotti'nin aryalarını dinlemeliyiz gözlerimiz kapalı...
Bunları dinlediğimiz kadar öz müziğimizi de dinlemeliyiz,sevmeliyiz. O,bizim insanlarımızı anlatan harika türkülerimizi. Ya da biraz daha "saraylı" olan fasılları,peşrevleri,klasik Türk Sanat Müziği eserlerini...
Aynı futbol takımını tutmasakta hoşgörüyle bakmalıyız tuttuğumuz takımlara..
Onları eleştirmeli,kendi takımımızın başarısıyla çocuklar gibi sevinmeli,
Birazda nispet yapmalıyız birbirimize. Söylediklerimize,iddialarımıza kahkahayla gülmeliyiz sonra...Biliyor musun gülmek insanı güzelleştirir...
Mesleklerimizle ilgili sorunları ve de başarılarımızı da paylaşmalıyız seninle. Öneriler getirmeliyiz birbirimize... Getirilen önerileri sabırla dinle-
meli ve faydalanabileceklerimizi seçmeliyiz içinden... Yoksa hep benim söylediklerim ve bildiklerim doğru dememeliyiz.
Ah,canım!... Çok şey mi istiyor,çok şey mi bekliyorum. Sen de benim gibi düşü
nüyorsan,ya da aynı şeyleri istiyorsan seslen "gel" de. Sesini duymalıyım. Başka
kimse duymasın o sesi...Sesin,gel yalnızlığımızı paylaşalım desin. Ben,ben o sesi duyunca bir kapı açıp gitmeliyim sana. Gerçek dosta...
Elveda derken,merhaba diyerek...
Ayten


Kadın yazdığı mektubu katladı,zarfa koydu. Masanın küçük çekmecesine kilitledi. Kalktı. Müzik setini ve abajurun ışığını açtı. Elektriği kapattı. Sallanan koltuğuna oturdu. Gözlerini yumdu. Yavaş yavaş sallanırken kulaklarında Mario Lanza'nın billur sesi "O Sole Mio" albümünden parçalar okuyordu.

paert
30.10.1999
BİR YAZ GÜNÜ
Güzel bir yaz günüydü. Açık penceresinden giren güneşin sıcaklığını yüzünde hisseden Doktor Sedat gözlerini açtı ve bir an pencereden dışarı baktı. Masmavi bir gökyüzü ve pırıl pırıl bir güneş... Aylardan ağustos,mevsimlerden yaz. Ah, canım ya !... Şöyle bir gerindi. Bu mevsimi çok seviyorum diye düşündü. Bugün Sağlık Ocağı’nda nöbeti yok. Denize gitmeyi düşünüyor. Bir an önce kendini dalgaların kucağına bırakmayı ve suyun vücuduna temasını duymak istiyor.
Burası batı Karadeniz’de bir sahil kasabası Küçük bir yer. Mezuniyetten sonra arkadaşları çektiği kurayı kıskanmışlardı. Kıskandıkları kadar var. Gerçekten güzel bir yer burası...Ağaçların yeşili,denizin mavisiyle iç içe. İki üç katlı evlerin kırmızı kiremitleri sanki bir tablodan çıkmış gibi...
Burasını seviyorum, diye düşündü. Ah,bir de yalnızlık olmasa... Hemen hemen iki yıldır burada. Halkı tanıdı. İyi insanlar. Onlar da beni tanıdılar. Doktor bey diyorlar ağızlarından bir Doktor bey daha çıkıyor. Gülümsüyor. İnsanlarla iletişimi iyi.İnsanları seviyor.
Saat 9.00’da piknik sepetini hazırlayıp arabasına bindi. Doğru sahile...Orada çok iyi bildiği bir yer var
Denize oradan girmeyi planlıyor.. Herkesin uğradığı bir yer değil burası. Issız bir sahil. Arabayla on beş yirmi dakika ve kasabanın dışında...
Nihayet geldi. Arabasını park etti. Sahile varması için erik ve incir ağaçlarıyla dolu bir bölgeden geçmesi gerekiyor. Yürüdü,yürüdü ve nihayet kumsal göründü. Piknik sepetini bir ağaç altına bıraktı. Soyundu. Mayosu içinde. Sahilde kimsecikler yok. Denize doğru koştu,koştu. Kollarını uzatarak balıklama sulara attı kendini. Ohh... Bu sıcakta buz gibi sular ne güzel...Bir kere daldı çıktı ve ileriye doğru yüzmeye başladı. Güneş ,deniz, doğa ve ben diye düşündü Doktor Sedat. Yorulana kadar yüzdü. Sahile çıkıp kızgın kumların üzerine uzandı. Güneş kızgın ışıklarıyla onu da yakmaya başlamıştı az sonra. Uzun süre etrafını kuşatan bu sıcak maviye baktı. Yavaşça gözlerini yumdu,hayallere daldı. Ne kadar zaman geçti,anımsıyamıyordu. Birden bir ses duydu:
--- İmdat! İmdat!
Ani bir refleksle yerinden doğruldu. Etrafına baktı. Görünürde kimseler yoktu. Az sonra aynı sesi yeniden duydu:
--- İmdat,imdat ! Kurtarın beni !.. Boğuluyorum.
Ayağa fırladı. Denize doğru baktı. İlerde batıp çıkan bir cisim gördü. Bir el dışarı çıkıp suya giriyordu. Düşünmeden koştu. Yüzdü,yüzdü demin elin girip çıktığı yere geldi. Koyu mavinin içine daldı. Dipte biri yatıyordu. Genç bir kızdı bu. Saçlarından tutup su yüzüne çıkardı. Kıyıya kadar yüzerek götürdü. Kızı kucağına aldı. Ne kadar da hafifti bu kız. Kalın gövdeli bir ağaç gölgesinin altına taşıdı kızı. Sırtüstü yatırdı ve boynunun altını yükseltti. “haydi doktor dedi kendi kendine ,iş başına !..“
Suni solunum yaptırması gerekiyor bir de kalp masajı. Uzun süre uğraştı. Neyse nihayet kızın gözleri açıldı. Şaşkın şaşkın etrafına bakan bir çift ela göz. Aman Allah’ım! Ne güzel gözler bunlar .Yeniden dünyaya döndüler:
---Neredeyim ben? Ne oldu bana?
--- Korkmayın,şimdi iyisiniz. Ben doktorum.
--- Ah ! Evet... Yüzüyordum... Ayağıma kramp girdi galiba...Kendimi kurtaramadım.
--- Ben sizi denizden kurtardım. Şimdi iyisiniz.
Kız öyle bir bakıyor ki Doktor’un gözlerine Bu bakışlarda neler var neler... Gözlerini gözlerinden ayırmadan doktorun elini alıp dudaklarına götürüyor. Öpüyor:
--- Teşekkür ederim Doktor. Size minnettarım...
--- Ne demek. Görevimi yaptım. Şimdi lütfen sizi hastahaneye götürmeme izin verin.
--- Pekala Doktor. Lütfen beni bırakmayın!...
Bu ses,bu sözler tuhaf duygular uyandırıyor Doktor Sedat’ın içinde Bunlar onun için yeni şeyler. Eşyalarını topluyor. İçemediği birasına gözü takılıyor. Gülümsüyor. Arabasını çalıştırıyor ve kıza soruyor:
--- Adınız nedir sizin?
--- Berna.
--- Berna, buralı mısınız?
--- Hayır... Ben burada öğretmenim.
Hım,güzel. TRT 3’ü açıyor. Harika bir müzik yayılıyor arabanın içine. Bir Fransız şansonu. Edith Piaf söylüyor. Berna gözlerini kapatmış dinliyor. Dudaklarında minicik bir tebessüm...
Doktor Sedat,dikiz aynasından Berna’yı seyrediyor. Hiç tanımadığı duygularla dolu..
Bu duygular kendine de yabancı...Bu kızı korumak istiyor. Onunla beraber olmak,ona sarılmak,öpmek... “Yıldırım aşkı” dedikleri duygu bu mu ne? Şimdiye kadar hiç yaşamadığı duygular bunlar...
Kızı hastahaneye götürüyor,yatırıyor. Orada doktor arkadaşlarıyla konuşuyor,ilgilenmeleri için... Berna ‘nın yanına uğruyor vedalaşmaya...Kız onu yüzünde tatlı bir tebessümle karşılıyor:
--- Hayatımı size borçluyum Doktor Adınızı öğrenebilir miyim?
--- Adım Sedat ,Berna. Şimdi gitmem lazım. Seninle vedalaşmaya geldim.
--- Yanıma gelin Doktor.
Doktor Sedat’ın ellerini tutup,kendine doğru çekiyor ve yanağına bir öpücük konduruyor:
--- Teşekkür ederim Doktor. Lütfen yine gelin...
Ayrılıyorlar. Doktor Sedat’ın gönlüne bir ateş düştü bugün. Berna... Berna,yaramaz kız, diye düşünüyor. Seni seviyorum diye mırıldanıyor. Aşık oldum galiba sana...
Paert

DEPREM

Gece yarısı onu uykusundan uyandıran neydi. Birden, bir sallantının ortasında bulmuştu kendini. “Ne oluyoruz” diye düşündü. Ne oluyordu... Bir yandan uyku sersemliğini üstünden atmaya çalışıyor,bir yandan da hızlı bir şekilde düşünüyordu.”Oğlum,eşim!..Hemen aşağıya inmeliyiz. Üstüm başım...” Salonda uyumuştu. Hızla yatak odalarına yöneldi. Hem yürüyor,hem de oğluna ve eşine sesleniyordu.
--- Serkan , Ahmet!..
Yer sanki ayağının altından kayıyordu. Kalbide bedeninden aynı şekilde fırlayacakmış gibi atıyordu. Derinden derine bir çatırtı sesi duyuldu. Sanki yerin altı inliyordu. Uğultu ve sallantı devam ederken evin içinde devrilen eşyaların sesi geldi. Aynı anda Ahmet bey ve oğlu Serkan odalarından koridora çıktılar. Oldukları yerde birbirlerine baktılar. Gözgöze geldiler. Aynı anda aynı şeyi düşündüler. Kirişlerin altı!..Kirişlerin altında durmak lazım. Sarsıntı çok şiddetli... Aman Allah’ım ev adeta bir ileri bir geri gidiyor. Yıkılacak,yıkılacak!..Dayanamıyacak galiba...Onlar kirişlerin altında adeta donmuş gibi dururlarken ev beşik gibi sallanıyordu...
Evin dar koridorunda üç yetişkin insan,üç ruh,üç nefes sessizce kabusun bitmesini beklediler. Çok uzun gelen bir zaman sürecinden sonra,nihayet sarsıntı durdu. Hemen el feneri,anahtar ve bir ceket alındı. Aynı anda elektrikler kesildi. El fenerinin yardımıyla hızla aşağı indiler. Karanlıkta merdivenler hem yüksek,hem çok fazla görünüyordu. Apartman sakinleri aynı anda dairelerinden çıkmış olsa gerek yoğun bir trafik var merdivenlerde... Sonunda kendilerini zifiri karanlığın içinde buldular. Ohh... Nihayet açık havadaydılar.
Her yer karanlık ve garip bir sessizlik hüküm sürüyor. Oldukları yerde hiç kımıldamadan kendilerini,birbirlerini ve sessizliği dinliyorlar. Birdenbire karanlığı yırtan bir ses duyuldu:
--- Ahh! Ahhh!... Ahhhh!..
Birine bir şey oldu,ama ne? Karanlıkta çığlık atan adamın sesini dinliyorlar şimdi... Sessizlikten yeniden sesler yükseldi:
--- Ahh!.. Ahhhh!..
--- Kim bu?
--- Ahh!... Ahhhh!..
--- Ses karşıdan geliyor.
--- Yahu yardım edin adama!...
Onlar kımıldamadılar,kımıldayamadılar ama komşu Hulusi bey o tarafa doğru seğirtti. Karanlıktan bir takım sesler geliyor şimdi,bir kuyudan çıkar gibi...
--- Ayağı...
--- Ahh!... Ahhhh!...
--- Bir araba yok mu? Hastahaneye gitmesi lazım...
Aniden sesler çoğaldı. İnsanlar üzerlerine serpilen ölü toprağından aynı anda kurtuldular sanki... Sokaktaki arabalar ,evlerin yıkılma ihtimaline karşı arsaların kenarına çekiliyor. Farların aydınlattığı yolda koşuşan bacaklar,kaçışan insanlar... Kurtulma iç güdüsü bu...
--- Aman Allah’ım! Bu nedir? Alevler...
--- İlerde yangın var!...
--- Ne depremdi ama...Hepimize geçmiş olsun.
--- Geçmiş olsun. Uzun sürdü. Mutlaka bir şeyler olmuştur bir yerlerde...
Bir komşu minübüsüyle yaralıyı hastahaneye götürdü. Yeni gelenler birbirlerine soruyorlar:
: --- Ne olmuş... Ne olmuş...
--- Karşı apartmandan bir adam... Kaçayım derken ayağı kesilmiş...Çok kan kaybediyordu ,hastahaneye götürdüler...
Komşuların içi rahatladı. Neyse adam hastahaneye kaldırılmış. Orada gereken yapılır diye düşünüyorlar. Artık kendi işimize bakalım. Gözler karanlığa alıştı. Herkes sokağı boşaltıyor şimdi...Yan taraftaki arsaya gidiyorlar. Ahmet bey ve ailesi de yan taraftaki arsaya gittiler. Kaldırım kenarına oturdular. Apartman sakinleri birbirlerinin yakınındalar... Çocuklar ana ve babalarına iyice sokulmuşlar uykulu uykulu etraflarına bakıyorlar. Her kafadan bir ses çıkıyor:
--- Ben uyuyordum,ne olduğunu anlamadım. Bir de baktım ki deprem oluyor.
--- Ben de uyuyordum. Annem uyandırdı.
--- Saat kaçta oldu deprem?
--- Tam 3.02 ‘de . Hemen saate baktım.
--- Çocuklar çok korktular...
--- Allahım sen koru bizi ! Yarabbim...
Karanlıkta sağa sola gidenler. Arabalarını kaldırım kenarına park eden insanlar...Korkudan birbirine sokulan insanlar. Ağlayanlar,ağlayanlar...
İtfaiyenin siren sesleri...Ne çok itfaiye aracı gidiyor. Yangın büyüdü. Alevler karanlığı yararak gökyüzüne çıkıyor...
Bir araba geldi,yanlarında durdu. İçinden çıkan orta yaşlı bir bey önce apartmana baktı. Apartman karanlıkta bir heyula gibi gözüküyor ve yerli yerinde duruyordu Sonra heyecanla sordu:
--- Metin nerede? Metin nerede?
--- Hangi Metin.?...
--- Metin Şen
--- Bilmiyoruz. Buralardadır. Bir şeyimiz yok.
--- Siz nerden? Sizde bir şey var mı?...
--- Ben Avcılar merkez...Hiç sormayın. Karşımızdaki apartman çöktü. Beş kat... sadece en üst kattan iki kişi çıktı...
İnsanlar korkuyla başlarını çevirip konuşan adama sokuldular... Yürekleri taş kesilmiş...
Beyinleri söylenenleri anlamak için uğraşıyor sanki...
--- Yaaa!...Eee...
--- Yaa.. Enkazdan “İmdat! Bizi kurtarın “diye sesler geliyor. Karanlık... Yapılacak bir şey yok...
Ellerini iki yana açıyor, çaresizcesine...
Herkes “çok şükür bizim bir şeyimiz yok” diye düşünüyor. Yine eski yerlerine dönüyorlar. Yıkılan evi ve enkaz altında kalanları unuttular bile...Onlar şimdi kendi durumlarını düşünüyorlar. Yeni bir deprem olacak mı diye bekliyorlar. Yürekleri “pıt,pıt,pıt “ çarparak...arabaların radyoları dinleniyor merakla... İşte beklenen haber:
--- İstanbul’da saat 3.02’de şiddetli bir deprem olmuştur. Deprem 45 saniye sürmüştür. Depremle ilgili
haber merkezimize gelen bilgileri anında size ulaştıracağız...
Kadın içinden tekrarladı. 45 saniye. 45 saniye haa...
Halbuki birkaç dakika gibi gelmişti. Korkumuydu bu uzun süre sallandı intibaını veren...kadın oturduğu yerden etrafını izlemeye ve haberleri dinlemeye devam etti her saat başı...Yeni gün nelere gebe ,diye düşündü. Neler oldu bu gece... Sabah ola,hayır ola... Merak ediyordu bir çok şeyi. Zaman zaman sarsıntılar devam ediyordu. Ama bunlar ilk sarsıntı kadar korkutmuyor. Çünkü hem dışarıdalar,hem de emniyetteler bu açık arazide... Ama cep telefonları çalışmıyor. Haberleşme yok ne yazık ki...
Sinir bozucu uzun bir bekleyişten sonra ortalık yavaş yavaş ağarmaya başladı. Etraf yavaş yavaş seçilmeye başladı. Güneş ufuktan yükselirken altın ışıklarını yer yüzüne saçıyordu. Gerçeklerin su yüzüne çıkma zamanı gelmişti artık...
Saat 6.00’da eve girdiler. Onlar yeni girmişti ki bir sarsıntı daha oldu. Bu ilki kadar şiddetli değildi. Bu sefer dışarı çıkmadılar. Elektriklerin gelmesini beklediler. Elektrikler geldi. Televizyonu açtılar. Her kanalda deprem haberleri ve görüntüleri... Deprem çok geniş bir alana yayılmış. Adapazarı,İzmit,Gölcük, Yalova ve İstanbul en çok zarar gören yerler...Bu büyük bir felaketti. Yaşanan dehşetin görüntüleri yürek sızlatıyor. Enkaz,enkaz,enkaz yığınları...Altında çıkarılmayı bekleyen binlerce yaralı ve ölü insan...kırkbeş saniye süren güçlü bir tokadın izleri ve sonuçları bunlar...Görüntüler korkunçtu. Aile fertleri oturdukları kanepede arkalarına yaslandılar ve birbirlerine baktılar üzüntü dolu gözlerle... Sonra hepsi birden derin bir nefes aldı. Sonra hepsi birden derin bir soluk aldı. Çıkan solukta ucuz kurtulmanın ve yaşamanın sıcak sevinci gizliydi sanki... her şeye rağmen hayat güzeldi ve yaşanmaya değerdi...
paert
20.09.1999